Öz Türkçe(!), sâdeleştirme hakkında bir hâtıramı nakledeyim; ibretliktir:
1977-78 yılları olacak, İstanbul Hukuk’ta okuyan iki kardeşimiz İcrâ İflas Hukuku imtihanına hazırlanıyor. Muhsin DEMİREL kardeş, “Sen de gel, çay içeriz.” diye beni de çağırmıştı.
Yumruk kalınlığında bir kitap; bir Muhsin okuyor paragrafı, bir Fethullah. Ben de kanepede uzun oturmuş, makám-ı istimâdayım. Mevzu konkordato, iflas vs. Okunanı onlar da tam kavrayamıyorlar, ben de... Al baştan bir daha. Muhsin bana takıldı bir ara:
-Nahit kardeş, edebiyatçı olan sensin, niye yardım etmiyorsun?”
-Yâhu siz hukukçusunuz, sizin anlamadığınızı ben nasıl anlatacağım, diye kıvırdıysam da kurtuluş yok.
-Cümleyi bir kâğıda yazıp önüme koyun bir hele.
Uzun ve girift paragrafı yazdılar kâğıda. Ben başladım öge bulmaya:
-Şu altını çizdiğim, kesin yüklem(fiil). Bu tamam. Peki özne (fâil)? Şu olamaz, şu söz dizisi de olamaz, Su bölüm fâil olmalı... Uzatmayayım, epeyce uzun ve karmaşık paragrafta Saim Üstündağ’ın ne demek istediğini çıkardık imece usûlü. Acâip vakit zâyiâtı. Bu kitapla imtihana hazırlanmak çile.
Muhsin birden kalktı. “Durun yâ, Ankara Hukuk’tan Prof Báki Kuru’nun İcra İflas Hukuku olacaktı bende, bir bakayım.” dedi. Neden sonra, üzerinde ot yoldukları yumruk kalınlığındaki kitabın yarı hacminde bir kitapla odaya döndü. Çalıştıkları konkordato konusunu açtı, okumaya başladı. Hani derler ya; “kitap gibi”. Cümleler çok daha kısa, ifâdeler net; pek güzel anlaşılıyor. Dili eskice tabi ama Nur talebesi için leblebi!
Prof Saim Üstündağ’ın kalın kitabı, o zamanın modasına uygun öz Türkçe(!) ile yazılmış. Hem hacim iki kat büyümüş, hem de kitabını kendi eliyle katletmiş yazar.
İşte böyle. İcra, iflas, konkordato konusunu bile anlaşılır olmaktan çıkaran sâde(!) /sahte dille, en derin ilmî mes’eleleri, Kur’an’ın mânevî tefsirindeki hakáik-ı Kur’âniyeyi nasıl anlatacaksın?
Kur’an’ın mânevî tefsiri Nurlar, ilhâmen lütfedildiği için, kat’iyen müdâhale kaldırmıyor. Bir kelimeyi değiştirmeye gelmiyor; metin bozuluyor. Bunun sayısız misâli var.
Gülen’in açtığı çığırla sâdeleştirme furyası başlamıştı. Beyazıt meydanında kitap sergisi var. Büyük bir cesâretle Nurları sâdeleştirerek(!) basan ve yayımlayan
–ismi lâzım değil- bir zat, çadırdan içeri girmiş bir müşterisine, yaptığı hizmeti(!) anlatıyor. İyi bir şey yaptığını sanıyor zâhir. Ben, -tezgâhın dış kısmında- elime aldığım Sözler’i şöyle bir açtım: Tevafuka bak. Açtığım sayfada “İşte atama belgesi...” ifâdesi el kaldırdı.
Kardeş, dedim; bu “ATAMA BELGESİ” nereden çıktı?
Balona iğne değdi. Yaptığı işin güzelliğini(!) ballandırarak anlatmakta olan zât, gösterdiğim yere baktı. İlk önce intikal edemedi, sonra cevapladı:
-TAYİNAT SENEDİ, diyor ya Üstad.
-Kardeşim, oradaki “tayın”! Senin sandığın “atama” değil!
Açıkladım; mosmor oldu.
* * *
Nurların diline ilişmemek hakikati, her zaman ve her fırsatta ifâde edilmelidir. Çünkü hiç bitmeyen bir bühtandır bu:
-Anlaşılmıyor, sâdeleştirilmeli.
Kardeşim, anlaşılmıyorsa alırsın kalemi eline, sâde bir eser yazarsın. Görürsün o zaman, ne kadar okunuyor, ne kadar anlaşılıyor. Başka bir yazarın eserine rızâsı yokken müdâhale edemezsin.
Nurları sâdeleştirmeye(!) kalkmak, Nurlara ihânettir, Üstadın ifâdesiyle “NURLARI TENZÎL”dir vesselâm.
* * *
Geldik şapka ile hitâma.
Düzce’nin, Barla okuma programında (21-27 Temmuz) bir kardeşimiz, ders okuyor:
“O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i BÎÂDİL hâlinde bütün cihân-ı ilme meydan okumuş, münâzara ettiği erbâb-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suâllere mutlak bir isâbetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş...”
Aman Allah’ım! Yoksa kitapta kardeşimizin okuduğu gibi mi yazıyor? Sessizce kürsüye gidip sayfaya baktım.
Oh, şükür! Kardeşimiz okurken şapkaların yerini değiştirmiş; “BÎADÎL/ eşsiz, benzersiz” Üstadımızı, sehven “BÎÂDİL/adaletsiz” yapmış!
Boşuna mı diyoruz: Şapka deyip geçmeyin!