Uygun kelime kullanmamak / Kelimelerin adresini muhafaza edememek. (devam)
Bu hususta hatâ yapmamak, lügat bilgisine dayalı olduğu için halli müşkil bir mes’eledir. Pek çok insan (ben de dahil) kullandığı kelimenin anlamını bildiğini sanarak yazmakta, konuşmakta. Oysa lügate pehlivanlık olmaz. Her fırsatta lügate bakmayı âdet hâline getirmeliyiz ki bildiğimizi sandığımız kelimelerin, daha bilmediğimiz başka mânâları da olduğunu veya bildiğimiz mânânın pek de doğru olmadığını görebilelim.
Anlatım bozukluklarını işlemeye devam ederken Anlatım Bozuklukları-5’te sıra bu bahse geldiğinde kendi adlandırmamla “Uygun kelime kullanmamak” alt başlığında mevzûyu işlemeye başlamıştım.
Ali Hakkoymaz Kardeşimin An Diyârı 82’deki “Kelimelerin adresini muhafaza edelim.” cümlesi, bana ufuk açtı. “İşte” dedim, “Senin ‘Uygun kelime kullanmamak’ diye tesmiye ettiğin anlatım kusurunun şâirce ifâdesi:Kelimelerin adresini muhafaza edememek !”
Bu şâirâne adlandırmanın tedâisiyle, Üstadın nurlardaki bazı ifâdeleri -zihnimde ilk defa- “Anlatım Bozuklukları” meselesindeki bu başlıkla kucaklaşınca bir kısmını Şapka Deyip Geçmeyin 25’te size sunmuştuk.
“Kelimelerin adresini muhafaza” ifadesinin, Nurlarda başka cümleleri de çağrıştırması, bitirmeyi düşündüğüm bu alt başlıktaki yazının hacmini genişletti.
Kelimelerin, adreslerini nasıl kaybettiğinin ezber bozan misallerini, Risâle-i Nurlarda görmekteyiz. Bunların bir kısmı menfi, bir kısmı da müsbet.
Menfî kısmı daha çok siyâsette karşımıza çıkmaktadır ki “İstibdâd-ı mutlaka “cumhuriyet”, sefâhet-i mutlaka “medeniyet”, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismi takmak kabîlinden misaller, Bediüzzaman’ın, “Siyasette lâfız, mânânın zıddıdır.” tesbitinde ifâde ettiği adres sapmalarının, acı misalleridir.
El’ân, devlet(lûmüz)ce israfa “îtibar” nâmı verilmesi de, kelimelerin adresini muhafazaya ne kadar muhtaç olduğumuzun resmî bir diğer acı misalidir.
Zâhirde isabetli sandığımız mânâlandırmalarda da, hakikatte bir adres sapması olabileceğini, Nurları okumasak nereden fark edecektik?
Üstad, ezberimizi bozuyor, bazı kelimelerin derûnî anlamlarını dikkatimize sunuyor: “Hastalık”, maraz olmaktan çıkıp “bir ihsan-ı İlâhî, bir hediye-i Rahmânî” oluyor. “Senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.” ifâdeleriyle siyaset için söylediği “lâfız mânânın zıddıdır.” hükmünün siyaset dışındaki müsbet misalleri nazarımıza arz ediliyor.
Sıhhat, gaflete düşürüyorsa “belâ”; maraz, intibâha vesile oluyorsa “bir ihsan-ı İlâhî, bir hediye-i Rahmânî” oluyor.
Nurlarda, kelimelerin derûnî mânâ adresleri izhar edilirken, ezberleri de bozan ifadelerden bir demet:
“Şu fânî dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.”
“Visâl, nefs-i zevâl oldu; devâyı, ayn-ı dâ’ (hastalık) gördüm.”
“Lezzet, ayn-ı elem oldu; vücudda (varlıkta), bin adem (yokluk) gördüm.”
“Bu ahyâyı (dirileri), mevât (ölüler) gördüm.”
“Zevâl, ayn-ı visâl oldu; elem, ayn-ı lezzettir, gör.”
“Zalâm (karanlık), zarf-ı ziyâ oldu; bu mevtte, hak hayat var, gör.”
“Fakrı, kenz-i gınâ buldum; aczde, tam kuvvet var, gör.”
Ve...
“Yetmez mi derd; derman sana?”
•••
Sıra geldi şapka sehviyle ilgili hitâma.
Finali, yazarımızın, hacılarımızı gücendirebilecek bir şapka ihmâliyle yapalım:
“Bugünkü hac ise, yine siyasî angajmanlarla ruhunu kaybetmiş, şahs-ı manevî şuurundan uzak, içi boşaltılmış, fonksiyonsuz ve sembolik bir hâle dönüştürülmüş, marjinalleşmiş bir ADET mesâbesindedir.”
Bugünkü hac, milyonlarca hacının değil sadece “bir adet” hacının haccı mesâbesindedir, denmiyorsa -ki elbet böyle bir kasıt yok- o zaman şapka koymaktaki cimrilikten vaz geçecek ve “ÂDET” yazacağız. Tâ ki milyonlarla hacımızı gücendirmeyelim.
Şapkadan geçin, şapka deyip geçmeyin!