Şu sıralar gündem maddesi olan, yerli ve yabancı çeşitli üniversitelerden 1100 kadar akademisyenin imza attığı “barış bildirisi”nin metni, hakkaniyetten uzak ifadelerle dolu.
Örnek vermek gerekirse, “Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesi“ talep ediliyor ve “Bu katliâmın suç ortağı olmayacağız” deniyor. Bu satırları okuyan birisi, sivil vatandaşların kasıtlı olarak öldürüldüğü algısına kapılabilir. Fakat durum gerçekten böyle mi? İsterseniz bu konuya değinmeden önce biraz geriye gidelim.
DYP’li Mehmet Ağar, 2007 yılında PKK’lı teröristler için “Dağda silâhla oynayacağına düz ovada siyaset yapsın” demişti. Bu makul bir teklifti. 7 Haziran 2015 tarihinde seçmenin yüzde 13’ü HDP’ye destek vererek silâhlı mücadelenin sona ereceği, siyaset yoluyla çözümün mümkün olabileceği umutlarını yeşertti. Ancak gördük ki, “askerî vesayet” sorununun bir benzerini HDP yaşıyor. “PKK vesayeti” söz konusu. HDP’nin PKK’nın dağ kadrosuna açık olarak “Silâhları bırak, Kürt halkını temsil etmiyorsun. Senin yerine ben mecliste halkı temsil edeceğim” demesi beklenirdi, ama diyemedi. Bunun bedelini 1 Kasım seçimlerinde 1 milyona yakın oy kaybederek ödedi. Yarın seçim olsa daha da fazlasını kaybeder, diye düşünüyorum.
Şimdi halk sandık başına giderek reyini kullanmış, HDP’yi meclise “Taleplerimizi dile getirsin” diye göndermiş. Halkın talebi silâh değil de, siyaset olmuş. Hal böyle iken halka sormadan özyönetim ilân etmeye kalkan, 15 yaşındaki çocuğun eline kalaşnikof verip onu bile bile ölüme gönderen, hendekler kazıp kamu düzenini bozanlar; buna müsaade edilmeyeceğini biliyor olmalılar. Bunu yaparak en çok Kürt halkına zarar veriyorlar. Sokağa çıkma yasağının ve her gün patlayan bombaların, silâhlı çatışmaların belini büktüğü halk Silopi ve Cizre’yi terk etti/ediyor. Bu esnada HDP ne yapıyor? PKK terörünü kınamaktan aciz bir şekilde, başka suçlu arıyor. “Sebep olan yapan gibidir” kaidesince PKK, yaşanan ölümlerden sorumludur. Ancak PKK’nın çözüm sürecinde şehirlere mühimmat ve patlayıcı depolayıp palazlanmasına yol açan devlet yöneticileri de sorumluluktan kurtulamaz.
Gelelim akademisyenlerimize… Fikirleri ifade edebilme özgürlüğü; bizi rahatsız eden fikirlere de tahammül edebilmeyi gerektirir. Fikirleri eleştirebiliriz, karşı fikirle görüşümüzü ifade ederiz; ama onların fikirlerini ifade etmelerine saygı duyarız, duymalıyız. Akademisyenlerin imza attığı metin hatalı ve olayları tek taraflı yargılayan bir bakış açısına sahip. “PKK silâhları bırakıp sivil alanları terk etsin, devlet de terörle mücadele ederken masum vatandaşlara zarar vermeme noktasında azamî derecede titiz olsun, silâhlar sussun, konuşarak çözüme ulaşın” denilebilirdi meselâ. Böylece herkes altına imza atabilirdi.
Nitekim Mustafa Akyol’un da Twitter’da dediği gibi, “Akademisyenlerin bildirisi çok yanlış, fakat yanlış düşünmeye hakları var.”
Benim asıl takıldığım husus şu: Malûm bildiriye imza atan akademisyenler için “çocuklarımız kime emanet, hainler, ihanet şebekeleri” vb. hakaretlerle yaygara koparan ekip; iktidarın çözüm süreci olarak adlandırdığı dönemde PKK’nın şehirlerde yapılanmasına göz yummasını ve Öcalan hakkındaki sözlerini ne çabuk unuttu?
Evet, evet. Bugün terörle mücadelede şahin kesilen ve kendisine yöneltilen eleştirileri hainlik, düşmanlık gibi refleksle savurmaya çalışan AKP kurmayları ve hükümete yakın gazeteciler; Öcalan’ı yere göğe sığdıramıyordu. Bir zamanlar “Sayın Öcalan” demek bile infiale yol açıyordu, AKP döneminde ise sıradan hale geldi. Çözüm sürecinde teröristlerin şehirlere indiğini sıradan vatandaş dahi görürken, operasyona; “çözüm süreci”ni bahane ederek izin verilmiyordu. “Çözüm süreci”nde AKP, PKK’nın şehirlere inip silâh depolamasına göz yumdu. 2010 senesinde Habur’dan gelen PKK’lılar davul zurnayla karşılanmıştı, hatırlayın. Bunu sıradan vatandaş bile görürken istihbarat birimlerinin görmemesi mümkün mü? Bunlar yaşanmışken iktidar, adeta “cambaza bak cambaza” diyerek akademisyenleri hedef tahtasına koyuyor ve kendini pirüpak ilân ediyor. Teröristi övmek suçsa, teröre göz yummak suç değil mi?
Erdoğan, PKK’nın çözüm sürecini ‘silâh stoklama süreci’ olarak değerlendirdiğini bizzat kendisi söylemişti. Yani “çözüm süreci”nde de aldatıldı. Tıpkı Balyoz ve Ergenekon dâvâlarında olduğu gibi. “Kardeşim Esad”dan “Katil Esed” söylemine savrulması gibi.
İktidar koltuğu “yakınma” makamı değil, çözüm üretme ve sorumluluk üstlenme makamıdır. Toplumda infial uyandıran hiçbir olayda AKP sorumluluk üstlenmedi. Şimdi de akademisyenlerin bildirisi vesilesiyle gündem değiştirilmeye çalışılıyor. Artık takke düştü, kel görüneli ise çok oldu.