Tahir Bey Kastamonu’ya hapishane müdürü olarak atandı. Kastamonu’ya yerleştikten bir süre sonra Tahir Bey gibi eşi Asiye Hanım da bu şehre alışır ve şehri sevmeye başlar.
Yabancısı oldukları bu şehre sürgün gelen Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar, halk arasında konuşulmaktadır. Asiye Hanım kısa sürede komşu hanımlarla samimiyet kurar ve bir ev ziyareti sonrası Ulviye Hanım vasıtasıyla Risale-i Nur ile tanışır. Risale-i Nur’u okudukça okuma açlığı daha da artar ve ruhunun derinliklerinde meydana gelen sarsıntılar hayatını alt üst eder. Her gün okuduğu farklı bir Risaleyle huzur okyanusunda yol alır. Risaleler yüreğindeki yaraları tedavi ettiği gibi ona yeni bir dünyanın kapısını da açar. Yıldızlarda gezinir gibi ruhu ve aklı huzur dolar. Kitapların satırları arasında gezinirken ruhunun manevî merdivenlerden yükseldiğini hisseder. Kitaplardaki muhteşem anlatım ve ikna edici konular ise onu ondan alıp başka diyarlara götürür. Sanki zihnine takılan soruların cevaplarını sipariş etmiş gibi Risalelerden cevaplarını alır.
Asiye Hanım, düşüncelerindeki değişikliği eşine ve misafiri olan babasına açar. Risalelerdeki sorulara verilen cevapların sıradan cevaplar olmadığını, bu cevapların her cümlesinin aklında ve kalbinde şimşekler çakmasına sebep olduğunu söyler. Bu kitapları yazan zatı ziyaret etmek istediğini ve yıllardır sakladığı cübbenin sahibinin bu zattan başkası olmadığına inandığını söyler. Babasına: “Cübbeyi sahibine teslim edelim!” der. Babası ve eşi onu hayretler içinde dinler. Asiye Hanım heyecanla bir bohça içine sarılı olan cübbeyi sandıktan çıkarır. Mutluluk dolu bir gülümsemeyle cübbeye: “Senin sahibini buldum!” deyip itinayla cübbeyi tekrar bohçaya yerleştirir. Asiye Hanım ve babası Mehmet Bahattin Efendi, kendilerine dedesi Küçük Aşık’tan intikal eden cübbeyi Bediüzzaman Hazretleri’ne vermek üzere yola çıkarlar. Asiye Hanım, Bediüzzaman’ın hediye kabul etmediğini bildiğinden cübbeyi ona teslim ederken: “Dedem Küçük Âşık’tan kalan bu cübbe sizde emanet olarak kalsın.” der. Bediüzzaman cübbeyi kabul eder. Hasan Feyzi cübbeyi yıkar suyunu mezarlığa döker. Sonra şeref duyarak cübbeyi Üstada giydirir.
Bediüzzaman Hazretleri cübbeyle ilgili bir mektubunda: “O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip ve yahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükrediyorum.” diye söz ediyor.
Asiye Hanım’ın dedesi Küçük Âşık (Mehmet Efendi), çok küçük yaşta iken ilim tahsil etmek için Afyon’dan İstanbul’a oradan da Şam’a gitmek için bir kafileyle yola çıkar. Yol arkadaşları Küçük Âşık’a: “Sen daha çok küçüksün. Mevlânâ Halid Hazretleri, seni ne talebe ne de müridi olarak kabul etmez!” demelerine rağmen onlarla birlikte Mevlânâ Halid’in tekkesine varır. İstanbul’dan gelen ziyaretçiler Mevlânâ Halid’in huzuruna çıkar ve elini öper. Sıra Küçük Aşığa geldiğinde Mevlânâ Halid: “Gel bakalım! Benim küçük Mehmet’im, hoş geldin.” diyerek Küçük Âşık’ı bağrına basar. Mevlânâ Halid, ona: “Senin, kimin kimsen yok mu?” diye sorar. Küçük Aşık: “Şeyhim, Allah’tan başka kimim kimsem yoktur!” der. Küçük Âşık yirmi yıl Mevlânâ Halid’e talebelik ve müritlik yapar. Annesi ve babası bir anda ortadan kaybolan Küçük Aşık’ı şehir şehir arar ve nihayetinde bulur. Onu Afyon’a geri götürmek isterler. O ise gitmek istemez. Şeyh, anne babasıyla geri dönmesi için ona: “Benim hasretime dayanman için sana sırtımdaki cübbeyi vereceğim.” der ve sırtındaki cübbeyi çıkarır ona verir. Şeyh, Küçük Âşık’ın anne ve babasına: “Madem buralara kadar geldiniz hac farizanızı da yapın ondan sonra Afyon’a dönün.” der. Küçük Aşık, anne ve babasıyla hac farizasını yerine getirdikten sonra Afyona döner. Küçük Aşık, Afyon’da uzun zaman müftülük yapar ve çok sayıda talebe yetiştirir. 1845 tarihinde vefat eden Küçük Âşık, Afyon’da defnedilir. Küçük Aşığın evlâtları ve torunları cübbeyi vasiyet üzerine muhafaza ederler. 1885 yıllında dünyaya gelen Asiye Hanım, cübbenin korumasını üzerine alır ve üstüne titrer. İstiklâl Savaşı’nda Yunanlılar şehirlerini işgal ettiklerinde, evlerini terk etmek zorunda kaldıklarında bile cübbeyi yanından ayırmaz. Sandıklı, Isparta ve Akşehir’e gittiklerinde zarurî eşyaları arasında cübbe de vardır. Emaneti bir can gibi korumuş, sahibine ulaşıncaya kadar bu hassasiyeti sürmüş.
Cübbe, Mevlânâ Halid Hazretlerinden, Küçük Aşık’a, ondan da Asiye (MÜLAZIMOĞLU) Hanıma kadar gelir. Asiye Hanım tarafından 1939-1940 yılları arasında Bediüzzaman Hazretleri’ne teslim edilir.
Urfalı Vahdi Gayberi, Bediüzzaman Hazretleri’ni 1950 yılının sonbaharında Emirdağ’da ziyarete gelir. Bediüzzaman Hazretleri cübbenin de içinde bulunduğu iki sandık eşyayı onunla Eskişehir’den trenle Urfa’ya gönderir ve kendisinin de sonradan Urfa’ya geleceğini söyler. Cübbenin içinde bulunduğu iki sandık eşya Urfa’da Hulusi YAHYAGİL nezaretinde karşılanır. O iki sandık eşya Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatına kadar korunarak emanette kalır. Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra Abdulkadir BADILLI o iki sandık eşyayı emanetten alır. Sonraki yıllarda küçük bir müze oluşturarak o iki sandıktaki eşyaları belli günlerde sergiler.
Mevlânâ Halid Hazretleri, Bediüzzaman Hazretleri’ne o cübbeyi yüz yılın ardından Asiye Hanım eliyle vermişti. Nur Talebelerinin ortak bir değeri olan cübbe, ileride kurulacak resmî bir müzede sergileneceği günü bekliyor.