Toplumun değişik kesimlerinde yaşanan sağ-sol gerginliği, nihayet Üniversitelere de sıçradı. İstanbul Üniversitesi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının başını çektiği bir işgal hareketine sahne oldu.
Hukuk Fakültesi amfisinde başlayan isyan hareketi, üniversitenin hemen tamamına yayıldı. Oradan da, Türkiye’nin diğer üniversitelerine hızlı bir şekilde sirayet etti.
Böylelikle, “68’liler hareketi” olarak da isimlendirilen isyan, işgal, boykot hareketleri, bilâhare liselere de sıçrayarak ülkenin dört bir yanını sarmaya başladı.
Günden güne şiddetlenen anarşi, işgal, boykot, grev, soygun, olaylı gösteri ve yürüyüşler, milyonlarca vatandaşın hem zihnini bulandırdı, hem de can ve mal emniyetini ortadan kaldırmış oldu.
Bu şartlar altında bile, dönemin hükümeti, kalkınma hamlelerini hız kesmeden devam ettirdi. Keza, büyük baraj, fabrika, köprü ve otoyolların yapımına aralıksız şekilde devam edildi. Büyüme rakamları 7-8’lerde seyrederken, yıllık enflasyon oranı ise 5-6’larda görünüyordu.
Besbelli ki, iç ve dış ihanet odakları Türkiye’nin içini karıştırarak, ülkenin kalkınmasını engellemeye çalışıyordu. Nitekim, ordu içindeki cuntalar da bunların dümeninde giderek, 1971’de 12 Mart Muhtırası ve 1980’de 12 Eylül Darbesi ile hem demokrasiye darbe, hem iktisadî gelişmeye büyük sekte vurulmuş oldu.
***
Evet, 1968’de ayyuka çıkan öğrenci hareketleri, milletin huzurunu kaçırarak ortamı terörize etti. Anarşik olaylarının içine kanlı çatışmalar da girmeye başladı. Kardeş kardeşin canına okudu, kanını döktü.
Kutuplaşma had safhaya çıktı: Sağcı-solcu, komünist-faşist, devrimci-ıslâhatçı, sosyalist-milliyetçi etiketleri altında, binlerce insanımız ideolojik çatışmaların kurbanı oldu.
Şiddet kullanan, banka soyan, uçak kaçıran, asker-polisle çatışan anarşistlerle devletin ilgili birimleri mücadele etmesi gerekirken, işi devlete bırakmak istemeyen bazı sivil gruplar misillemede bulunma metodunu seçti. Ülkücü ve Akıncı olarak bilinen milliyetçi-muhafazakâr grupların mensupları, kendilerine göre “komünis avı”na çıkmayı vatanî ve millî bir görev saydı. Böylelikle, devlet organlarının zihni çatallaştı. Zira, kanun dışı hareket, tek taraflı olmaktan çıkıp çeşitlilik kazandı.
Netice itibariyle, binlerce vatan evlâdı birbirinin canına kast edip hayatını söndürdü. Üstelik, hiçbir işe yaramadan, hiçbir hayır getirmeden, hiçbir meseleyi halledemeden…
***
1970’li yılların ikinci yarısından tâ 1980 darbesine kadar yaşanan bütün hadiseleri yakından takip ettik. Sağ-sol çatışmaların içine hiç girmedik. Ancak, olup biten hemen her hadise şeklini adeta iliklerimize kadar yaşayarak hissettik.
Her iki taraftan da hem akrabalarımız vardı, hem de arkadaşlarımız. Her iki taraf da birbirinin ölüm fermanını hazırlamakla meşguldü.
Birine taraf olmadığınız için, diğeri tarafından ya pasiflikle itham ediliyordunuz, ya da hainlik damgasına maruz kalıyordunuz.
Başka bir şehre gittiğinizde, orada karşınıza hemen “kurtarılmış bölge” militanları çıkar ve sizi hesaba çekmeye yeltenirlerdi. 1978’in Ağustos ve Kasım aylarında, bu türden ölüm tehditli iki vak’a yaşadık. Ağustos’ta Diyarbakır Nümune Hastanesi’nde üç silâhlı Devrimci-Kürtçünün takibine ve tehdidine maruz kalırken, Kasım ayında ise Ankara Sincan’da bu kez ülkücülerin zorbalığıyla karşı karşıya geldik. Adamlar, bizi otobüsten zorla indirerek ifademizi almaya yeltendiler.
Şüphesiz, her iki taraf da elini kana bulaştırdı. Ama şu var ki, Marksist-Leninist ideolojisiyle zehirlenmiş olan kesim, azgınlıkta çok ileri gitmiş durumdaydı. Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımadıkları gibi, ekseriyet itibariyle dinî ve ailevî değerlere de saygıları yoktu. Hatta, nâmus kavramı dahi onlarda dumura uğramış durumdaydı. Özel mülkiyete karşı olduklarından, insanların “özel hayat” hakkına da arsızca ve hayasızca saldırabiliyorlardı.
***
O dönemde, hiç kan dökmeyen ve anarşiye (şimdi teröre) bulaşmayan Nur Talebeleri, en az hasarla kurtuldu. Kan dökenler ise, hiçbir meseleyi halledemedikleri gibi, sadece işlemiş oldukları günahlarıyla başbaşa kaldılar. Geriye, devletin harcanan kaynakları ile anaların gözyaşları kaldı.
İbret alınsaydı şayet, tarih hiç tekerrür eder miydi?