Asırlar boyu irtibatımızın hemen hiç kesilmediği kardeş Mısır devleti ile yaklaşık on yıllık bir kesinti dönemi yaşadık.
Bu uzun kesinti döneminin iki ülkeye de hiçbir faydası olmadı. Aksine, zararı büyük oldu.
İrtibatın kesilmesini de, diplomatik münasebetlerin yeniden başlatılmasını da öncelikle Türkiye tercih etti. Türkiye’nin ilk adımları atmasıyla, Mısır da buna gerekli mukabelede bulundu.
Darbecilik, bizim açımızdan daima menfurdur ve peşinen kınamaya, lânetlenmeye müstahak bir vukuattır. İster bizde olsun, ister başka yerde olsun, fark etmez. Ama, Mısır ile yaşadıklarımızı sadece darbe karşıtlığı ile izah etmek mümkün değil: Yaşanan darbeyi tasvip etmezsin, kınarsın, hatta lânet bile okursun; ama, yüzyılların birikimini hiçe sayarcasına o ülke ile, o devlet ve millet ile irtibatı hepten kesmezsin yine de. Hele, onların iç işlerine karışırcasına gereksiz bir politikayı takip veya tasvip etmek gibi yanlışını içine düşmezsin.
Onun için, çuvaldızı darbeci Sisi’ye batırırken, iğneyi kendimize batırmayı da unutmayalım: Şu on yıllık kayıp dönemine hangi açıdan bakarsak bakalım, Türkiye olarak iftihar edeceğimiz, yahut “İyi ki yaptık” diyeceğimiz hemen hiçbir nokta yok. Zira, kendimiz münasebet bağlarını kesip attık; sonra yine kendimiz irtibatın tekrar tesis edilmesi için gerekli adımları atmaya başladık.

Final: Tek kelimeyle ve kelimenin tam anlamıyla “müflis” bir tecrübe yaşamış olduk.
*
Yaşanan o kesinti döneminde Mısır yönetimine karşı öyle alerjik, öyle aşağılayıcı bir tutum sergilendi ki, cidden akla ziyan bir garabet. Meselâ, bundan dört sene evvel ki (2019) İstanbul Belediye seçimlerinde, üstelik en yüksek perdeden aynen şu mantık seslendirildi: Seçimde ya Sisi’ye oy verilecek, ya da Binali Yıldırım’a.
Bu sakat mantığa göre, İstanbul’daki seçmen kitlesinin çoğunluğu Sisi’yi tercih etmiş oldu. Öyle değil mi?
Peki, sonra ne oldu? “2024 seçimlerinde İstanbul’u mutlaka geri almalıyız” diyen aynı mantık silsilesi, eş zamanlı olarak Sisi’ye de geri dönmek için çark etmeye başladı.
Bu zikzaklı politikayı savunacak kimsenin olacağını tahmin etmediğimiz gibi, yaşanan ucûbe diplomasinin erdemini-faydasını-faziletini izah etme niyetinde olacak kimse de ortaya çıkmaz herhalde. Aklı-fikri gibi dili ve iradesi de yalama olmuş yalaka tabiatlı birkaç kişi hariç tabiî.
*
Bu konuya “günün tarihi” vesilesiyle girdik. Şimdi, bir parça ona da temas ederek bitirelim.
Dönemin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 11 Temmuz 1996’da Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan’ı “İhvan-ı Müslimin/Müslüman Kardeşler” örgütü konusunda daha dikkatli davranması gerektiği yönünde bir uyarıda bulundu. Mübarek, o günlerde Başbakan Yardımcısı olan Tansu Çiller’e de aynı konudan söz eden bir mektup gönderdi.
İhvan-ı Müslimin teşkilâtı, Cemal Abdunnasır’ın iktidarı zamanında (1950–60’lı yıllar) çok ağır darbeler yedi.
Bu teşkilâtın mensupları, iktidarı ele geçirmeye meyilli olduklarından, Mısır ve diğer bazı Arap hükümetleri tarafından daima sakıncalı görülürler.
İslâmı her hal ü kârda yaşama ve yaşatmayı gâye edinen Müslüman Kardeşler, siyasete fazla eğildikleri için, dönem dönem pek şiddetli tazyik ve baskılara maruz kalmışlardır.
Türkiye ile Mısır arasında son on yıldır yaşanan diplomatik krizin göbeğinde, yine İhvan-ı Müslimin meselesi var. Türkiye, bu dinî-siyasî harekete destek verip sahip çıkarken, darbe cuntası ise, o sâfi-kalp insanları tarihte hiç olmadığı kadar vurmaya, ezmeye ve siyasetin dışına çıkarmaya çalıştı. Neticede, Türkiye hükümeti de başlangıçtaki tavrını değiştirdi ve yönünü son kertede İhvan’dan darbecilere doğru çevirmeyi tercih etti. Mısır’dan sonra Suriye’de de aynı yöndeki bir gelişmenin işaretleri görünüyor.