Evvelki sene (2023) Ocak ayı ortalarında vefat eden Hüseyin Kileci Ağabey, Hz. Bediüzzaman’ın 1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi Mahkemesine bizzat katılmış “Son Şahitler”den muhterem bir zât idi.
Allah rahmet eylesin, kendisiyle 2007’de İstanbul Fatih’te görüşüp tanıştık. Bilâhere, bayramlaşma vesilesiyle evine gidip ziyaret ettik. Her iki görüşmede de bizzat gördüğü, tanık olduğu hatıralarını dinleyip not ettik.
Üstad Bediüzzaman’ın 1952’den itibaren İstanbul’a her gelişinde gidip kendisini ziyaret etmeye gayret göstermiş mustakim bir Nur Talebesi idi. Hatıraları naklederken, her defasında heyecanlanır, âdeta o ânı yeniden yaşıyormuş gibi duygulanırdı.
Dolayısıyla, bize çok şeyler anlattı. Tamamını bir köşe yazısına sığdırmak imkânsız. Yine de, yerimiz elverdiği kadarını aktarmaya çalışalım. Aşağıda okuyacaklarınız, işte Hüseyin Ağabeyin doğrudan bize anlattıklarından bazı hatıraların bir nevî özeti mahiyetindedir.
«
1952 yılı başlarındaydı. Üstad Bediüzzaman’ın bir mahkeme için İstanbul’a geldiği etrafa duyuruldu. Ben de o tarihte bir marangozhanede çırak olarak çalışıyordum.
Bir gün, Reşadiye Oteli’nde kalan Hz. Üstad’ın Fatih Camii’ne geleceğini duydum. Ustamdan izin alıp erkenden cami avlusuna geldim. Namaz vaktine doğru, Üstad ve talebeleri o tarihî kapıdan avluya girdiler. Ben de onları yakından takip ediyorum.
Biliyorsunuz, Üstad Bediüzzaman’ın çok meşhûr olmuş bir fotoğrafı var. Hani, Fatih Türbesinin önünde Fatiha okurken çekilen resim. İşte, tam o anda ben oradaydım. Hiç tanımadığımız bir fotoğrafçı, sürekli olarak Üstad’ı takip ediyor ve hiç izin almadan resimlerini çekiyordu. Üstad orada Fatiha okurken, şöyle bir-iki saniyelik süreyle sağ tarafına baktı. Fotoğrafçı da o anı yakaladı ve çekti. Onda mutlaka başka resimler de var. Ama şimdi kimde, nerede bilemiyoruz. Hani, o adamı da tanımıyoruz. Kayıp. İleride bir yerlerde ortaya çıkar inşallah.
«
Üstad camiye girerken, ben de onu takip ettim. Öyle tevafuk oldu ki, sağ tarafta tam da onun arkasındaki safta yer buldum. Büyük bir huşu ve huzur içinde namazı kılardı. Şafiî olduğu için, bazen çorabını çıkarır, öyle kılardı. Bazen de çift çorap giydiği için, namazda sadece birini çıkarırdı.
Çok yakınında bulunmama rağmen, orada bir türlü denk gelip de elini öpemedim. Zaten, kendisi de elinin öpülmesinden hiç hoşlanmıyordu. Dolayısıyla, fırsat vermiyordu.
«
1952’de, şimdiki Büyük İstanbul Postanesinin olduğu bina Adliye idi. Orada Gençlik Rehberi mahkemesi vardı.
Büyük izdihamın yaşandığı bu ilk duruşmada, salona giren şanslılar arasında biz de vardık. Hâkim, polis yardımıyla salonu boşaltamayınca, Üstad’a müracaat etti. Üstad da “Beni sevenler dışarı çıksın” dedi. Salon birden boşalmaya başladı. O esnada hakim, “Tamam, bu kadarı yeter” deyince, benimle beraber birçok kişi içerde kaldı. Bir taraftan da sevindik tabiî.
Vakit uzayınca, Üstad Bediüzzaman Hazretleri farz namazı kılmak için mahkemeye kısa bir müddet ara verilmesi isteğinde bulundu.
Hâkim, “Hayır efendim, ara vermiyoruz. Hoca siz daha sonra kaza edersiniz” diye karşılık verdi.
Üstad Hazretleri ise, “Benim namazım hiç kazaya kalmadı” dedikten sonra, mahkeme heyetinin şaşkın bakışları arasında seccadeyi açıp kıbleye doğru serdiği gibi, celâlli bir duruş ve edâ ile “Allahu ekber” diyerek namaza durdu.
Bu durumda kimsenin yapabileceği birşey yoktu. Mecburen ara verilmiş oldu.
Biliyorsunuz, farzda riya yoktur. Üstad namazın farzını kıldıktan sonra, mahkemedeki duruşmaya kaldığı yerden devam edildi.
Daha sonraki duruşmalarda, Üstad’ın camiye gidip namaz kılmasına bile müsaade ettiler.