Yaşadığımız en büyük bir sevinç ve saadet hali, muhtaç ve müştak bir insanın sizinle hidayet dairesine girmesidir. Böyle bir neticeye şahit olduğunuzda, dünyanın en bahtiyar insanı oluyorsunuz.
Esasen, kanaat ve itikadımız da bu merkezdedir. Zira, “Birinin sizinle iman ve hidayet dairesine girmesi, sahra dolusu kırmızı koyun (deve) sadaka vermekten daha hayırdırı.”
İnsan böyle bir hayırlı işe vesile olmak için neler yapmaz, neler vermez…
İşte, hakikat-i hâl böyle iken, bazıları da nice biçarenin dinden-imandan soğutmasına sebebiyet vermekle meşgul oluyor. Bilhassa, geniş siyaset dairesinde etkili-yetkili mevkide olanlar…
Bazen öyle fahiş hatalar yapıyor, öyle aleni yalanlar sıralıyorlar ki, insan hayret ve taaccüp içinde kalıyor.
Onların hata ve günahını elbette ki dine-İslâma mal etmemeli ve edilmez de. Lakin, dinde tahkiksiz olanlar, imanda taklidi gidenler, sathi bilgilere sahip olanlar, tepedekilerin söz ve davranışlarına bakarak tesir altına giriyorlar. Onların hareketlerinden yola çıkarak değerlendirme yapıyorlar. Şüphesiz, her iki taraf da yaptıklarından mesuldür.
*
Neredeyse Allah’ın her günü, yukarıda ifade ettiğimiz dine mal edilen talihsizliklerle karşılaşıyoruz. Bilhassa canavarlaşan siyasette ve azgınlaşan ticarette yalancılık, dolandırıcılık, sahtekârlık öyle bir ayyuka çıktı ki, daha üzerini örtme imkânı kalmıyor.
Dinin esasına muhtaç ve müştak durumda olan kimselerden şu tarz sözleri işitiyoruz: Eğer din bu ise, eğer İslâmiyetin ruhu, esası, hakikati böyle ise, kalsın, biz ondan almayalım. Ondan uzak duralım. O da bizden uzak dursun.
Cidden çok acı bir durum. Güya dine hizmet ediyorum diye, nice insanın dinden mahrumiyetine sebebiyet veriliyor. Üzülmemek, teessür duymamak elde değil.
*
Bir ülkenin idaresine siyaset lazım olduğu gibi, hakkaniyet ve adâlet de lazım. Bir toplumun hayatı bunlarsız olmaz, bunlarsız düşünülemez. Yani, bu iki unsur, devlet ve cemiyet hayatımızın “olmazsa olmaz”ları arasında. Hatta, üst sıralarında yer alır.
Ne var ki, bunların da kendi içinde meşrûtî bir yapısı var. Yani, birtakım şartlar, usûller ve kaidelere bağlı olarak işleyip giderler. Aksi halde, siyaset bir zulüm ve tahakküm vâsıtası haline gelir. Adâlet de, cânilerin ve zalimlerin kayırıldığı, mâsum ve mazlûmların ise ezildiği, hak ve hukuklarının çiğnendiği bir mekânizmaya dönüşür.
Hele ki, söz konusu zulüm ve adaletsizlik dinin mukaddesatı kullanılarak yapılıyorsa, orada cinayetin en büyüğü işleniyor demektir. Acaba, din alet edilerek insanları dinden soğutmaktan, uzaklaştırmaktan daha büyük bir cinayet var mı?
*
Esasen, bu meselenin ehemmiyet ve ciddiyetine binâendir ki, ismi unutulmazlar arasına girmiş olan bazı İslâm büyüklerinden çarpıcı misâller verilir.
Meselâ: Hz. Ömer’in (ra) âdî (basit, sıradan) bir Hıristiyan ile; Hz. Ali’nin (ra) hırsız bir Yahudi ile; Selâhaddin-i Eyyübî’nin miskin bir Hıristiyan ile; Fatih Sultan Mehmed’in bir Rum mimar ile muhakeme olunması ve tarafların mahkemede eşit ve âdil şekilde muâmele görmesi gibi...
Nitekim, ömrü sürgünlerde, hapislerde ve mahkemelerde geçmiş olan Bediüzzaman Said Nursî de, muhtelif mahkeme müdafaalarında yukarıdaki misâlleri hatırlatarak, karşısındaki hâkimlerin vicdanına seslenmiş, onları insaf çizgisine çekerek, kararlarında onları “âdil ve bîtarafâne” davranmaya dâvet etmiştir.
Evet, tarihteki bütün bu güzel misâller, güzel ve itibarlı insanların örnek davranışlarının bir yansımasıdır.
Bu noktada duamız şu olsun: Rabbim günümüz idarecilerine de mazideki aynı o güzel ahlâk ve karakterden pay ve hisse nasip eylesin.