Sultan Abdülhamid, hem şefkatli, hem kudretli bir padişahtı. En büyük kusuru, hürriyet ve meşrutiyetten hoşlanmamasıydı.
Vefatının üzerinden (10 Şubat 1918) yüz yıldan fazla bir zaman geçti. Buna rağmen, birçok yönüyle gündemdeki yerini korumaya devam ediyor.
Bu hâlin belli başlı sebepleri var. Meselâ: Bir darbe sonucu onun iktidarına son verenlerin, ülkeyi daha iyi idare edememesi. Devleti savaştan savaşa, felâketten felâkete sürüklemesi. Onu deviren zihniyeti temsil eden kadronun, aynı zamanda Cumhuriyetin de kurucu kadroları arasında yer alması. Önemli bir başka sebep ise, kendilerini Sultan Abdülhamid’e nisbet eden siyasîlerin yirmi yılı aşkın süredir Türkiye’yi yönetiyor olması. Bu manadaki yakınlıklarını siyasete tahvil ederken, devletin imkânlarını da sonuna kadar kullanıyorlar. Misâl: Çok büyük bütçelerle “Payitaht; Abdülhamid” gibi uzun metrajlı dizi filmleri TRT ekrânlarından millete yansıtıyorlar.
Bu ve benzeri organizasyonlar gösteriyor ki, Sultan II. Abdülhamid’e nisbet edilen tarz-ı siyaset (çarpıtılarak da olsa), bir şekilde varlığını idame ettiriyor. Esasen, hürriyet ve demokrasinin uzun süredir sekteye uğratılmış olması da, “Abdülhamid siyaseti”nin bir çeşit zamane versiyonu günümüzde tekerrür etmiş oluyor.
Bütün bu gelişmeler, Sultan Abdülhamid’i daha yakından tanımayı gerektiriyor. Tabiî, ilmî ve objektif bir nazarla.
*
Sultan II. Abdülhamid, 1842’de doğdu. 1876’da tahta çıktı. Bir tevâfuk eseri olarak, 76 yaşında iken 10 Şubat 1918’de vefat etti.
Onun padişah olup devletin başına geçtiği 1876 yılı, Osmanlı Saltanatı açısından da son derece önemli, hatta dönüm noktası teşkil eden bir tarihtir.
Osmanlı tahtına geçmesi için, Ahrar-ı Osmaniye Cemiyeti’nin temsilcilerine “meşrûtî sistem”e geçileceğine dair söz verdi. Nitekim, ilk bir-iki sene bu sözüne uydu. Sıfırdan yeni bir Anayasa (Kanun-u Esasî) hazırlattı. Parlamentoyu teşkil etti. Ne var ki, aradan bir sene geçtikten sonra, padişah verdiği sözden yavaş yavaş dönmeye başladı.
*
Sultan II. Abdülhamid, daha çok gayr-ı Müslim kesimin Meclis’teki bazı nahoş hallerinden duyduğu rahatsızlık ve bilhassa Nisan 1877’de patlak veren “93 Harbi” sebebiyle, Mebusan Meclisi’ni kapattı ve Meşrûtî sistemini askıya aldı.
Henüz bir yaşında olan Meşrûtî sistem, verilen bütün mücadelelere rağmen, yine de işletilmedi. Tam tamına 30 yıl müddetle askıda tutuldu. Tâ ki, Temmuz 1908’de Manastır’da ilân edilen Hürriyet ile birlikte Meşrûtiyet de yeniden ilân edildi. Haliyle, buna da “II. Meşrutiyet” nâmı verildi.
Hürriyet ve Meşrutiyet ile birlikte her şey yoluna girdi, herşey güzel bir seyir takip ediyor derken, âniden bir iç kargaşa başladı ki, her şeyi berbat eyledi. Şöyle ki:
13 Nisan 1909’da İstanbul’u kana bulayan ve sokakları, meydanları nümayişli bir atmosfere döndüren “31 Mart Vak’ası” patlak verdi. Bu vakıa, aynı zamanda dehşet verici bir cuntacı darbeye de bahane teşkil etmiş oldu. “Hareket Ordusu” ismini alan ve çok tuhaf bir şekle bürünen Selânik merkezli 3. Ordu, gözünü karartmış bir şekilde İstanbul’a doğru harekete geçti.
Bu ordunun “kurmay kadrosu”ndaki subayların tamamı Selânik kökenliydi. Meclis Başkanı Talat Paşa, Yeşilköy’e kadar giderek bu orduya mebusların bağlılığını bildirdi ve darbeci orduyu şehir merkezine davet etti.
Aynı esnada sıkıyönetim ilân edildi. Askerî mahkeme kuruldu. Ahrarlar ile İttihad-ı Muhammedî mensupları tutuklanarak bu gaddar mahkemeye sevk edildi.
Neticede, mazlûmlardan onlarca kişi idam edilirken, yüzlercesi de ağır cezalara çarptırıldı.