İslâm bilginleri “Allah Yolunda Olanlar” (Fî- Sebilillah Çalışan Mücahitler) içinde ilim adamlarını ve ilmiye sınıfını birinci plana almışlardır. İlim adamlarına zekât vermekten maksat bunların aldıkları bu zekâtı eğitim harcamalarına yatırdıkları içindir.
4. Müellefet-i Kulûp: Gönülleri İslâma ısındırılmak istenenler anlamındadır. Bunların bir kısmı imanı zayıf olup Müslümanlara zarar vermemeleri için zekât ile yardım edilen kimselerdir, bir kısmı da henüz inanmayanlardır. Nitekim Peygamberimiz (asm) Ebu Süfyan bin Harb, Safvan bin Umeyye, Abbas bin Mirdas, Uyeyne bin Hıns ile Akra bin Habis’e bu amaçla zekât fonundan hisse vermiştir. Yine Peygamberimiz (asm) Kureyşlilerden inanmayanlara da bu amaçla zekât dağıtmıştır. Peygamberimizden (asm) sonra Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) müelefe-i kulübe zekât vermemişlerdir. Hz. Ömer (ra) Hz. Ebubekir (ra) zamanında kadılık yaparken zekâttan pay isteyen Uyeyne bin Hıns ve Akra bin Habis’e “Resulullah (asm) kalplerinizi İslâma ısındırmak için sizlere zekât veriyordu. Artık Allah’ın dini güçlenmiştir. Müslüman olursanız ne âla, aksi taktirde bizimle sizin aranızda kılıç vardır” diye reddetmiştir.49 “Müellefet-i Kulüp” hissesinin kaldırıldığı hususunda sahabenin icması vardır.50 İbn-i Nüceym bu icmanın mü’minler ile kâfirler arasındaki dostluğu yasaklayan âyetlere dayandığını söyler.51 İmam Merğinânî de “Zekât verilecek yerler sekizdir. Müellefet-i Kulup ise düşmüştür. Çünkü Allah İslamı aziz kıldı ve müellefet-i kuluba muhtaç etmedi. İcma da bunun üzerine mün’akit oldu”52 der. Bununu için Hanefiler Müellefet-i Kulübe zekât verilmeyeceği görüşündedirler. Şafilere göre Müslüman olamayana zekât verilmez. Cumhura göre ise ihtiyaç anında verilebilir.
5. Mükatep Köleler: Kölelere zekât verilmez. Çünkü onların tüm ihtiyaçları efendileri tarafından karşılanmaktadır. Burada kastedilen ise efendisi ile anlaşarak hürriyetini belli bir ücret karşılığı satın alan kölelerdir. Bunlara “Mükatep” denir. Bunların kısa zamanda hürriyetlerini kazanmaları ve borçlu oldukları eski efendilerine olan borcunu ödemeleri için zekât verilmesini yüce Allah emretmiştir.
6. Borçlular: Borcu olan ve borcundan başka nisap miktarı mala sahip olmayan kimselerdir. Burada hem borçlu olmak, hem fakir olmak ve borcu ödemekte zorlanmak söz konusudur. Yoksa çalışarak borcunu ödemeye güç yetirenlere zekât düşmez. Bu da ikiye ayrılır:
a. Birincisi: Kendisi ve ailesi için borçlanan kimsedir. Çalışması ile borcunu ödeyemeyenlere zekât ile yardım edilerek borçları ödenir.
b. İkincisi: Toplumun menfaati için fedakârlık ederek borçlanan kişidir. Bu kimse topluma faydalı olmak, başkasının canını, malını kurtarmak, arabulmak, eğitime yatırım yapmak gibi hususlarda borçlanmışlardır. Bunlar zengin de olsalar borçlarından dolayı zekât alabilirler. Bu borçları da zekât fonundan öderler.
Peygamberimiz (asm) “Beş kişi dışında zengine zekât helâl olmaz: Zekât toplamakla görevlendirilen, “Fi Sebilillah” mücahede eden, zekât malını parası ile satın alan, borçlu olan, fakir komşusuna verilen zekâtı fakirin kendisine hediye etmesi ile yiyen kişi” buyurmuşlardır. Zamanımızda en büyük borç sahipleri sermaye sahipleridir. Bunların yirmi yıla uzanan uzun vadeli borçları vardır. Ancak bu borçlarının karşılığı menkul ve gayr-i menkul, taşınır-taşınmaz mal varlıkları, arazi ve fabrikaları borçlarının kat kat fazlası olduğu için zekât alamazlar ve zekât fonundan yararlanamazlar. Ancak borçlarına karşılık ipotek ettikleri arazi ve malları zekâta tabi olmaz. Bunun dışındakiler ve yıllık gelirleri zekâta tabidir.
7. Fî Sebilillah: İ’lây-ı Kelimetullah yani Allah’ın adını yüceltmek amacı ile mücadele edenlere zekat verilir. Bunu sadece savaşa katılanlar ve savaş malzemeleri olarak anlamak yanlıştır. Çünkü savaş ara sıra ve istemeyen mevzî bir durumdur. Cihat ise kıyamete kadar devam edecek olan ve her mü’mini her zaman ilgilendiren bir husustur. Dolayısıyla asıl olan manevi mücahede içinde bulunan kimselere zekâtla yardım etmek her zaman uygulanabilir bir husustur. Yapılan iş doğrudan Allah yolunda olunca asıl zekâta layık olanlar bunlardır. Nitekim peygamberimiz (asm) devesini Allah yolunda vakfetmiş olan birisi hanımı ile hac etmek isteyince devesini ona geri vermiş ve “O deveye binerek haccet. Çünkü hac da ‘Fi Sebilillah’ sayılır”53 buyurmuşlardır. Bunun için El-Kâsânî (v. 587/1191) “Bedâyiu’s-Sanaî” isimli eserinde “Fî-Sebîlillah” ifadesi “Allah’a yaklaştıran bütün işler” olarak açıklamıştır. Bu sebeple Allah’a itaat ve hayır işlerine koşturan kimseleri desteklemek ve zekâtla yardımcı olmak bu sınıfa girer. Bir kısım ulema ise “Fi-Sebilillah” ifadesini “İlim öğrenenler” anlamında almışlardır. “İlim yolunda olanlar zengin de olsalar zekâta layıktırlar” demişlerdir.
8. Yolcular: Ticaret amacı ile hac niyeti ile veya mendup olan her çeşit ziyareti gerçekleştirmek maksadı ile yola çıkanlar, zengin de olsalar, yolda parasız kaldıkları takdirde zekât fonundan yararlanırlar. Sonra bunu ödemek durumunda değillerdir.
Günümüzde bu sekiz sınıftan dördünü ihtilafsız bulmak mümkündür. Bunlar, fakirler, miskinler, borçlular ve yolcular. Dördünden üçünü bulmak mümkün değildir. Bunlar, zekât memurları, hürriyete kavuşmak isteyen köleler, kalpleri islama ısındırılmak istenen müellefet-i kulûp. “Müellefet-i Kulübün” Hz. Ömer’in (ra) içtihadı ile kalktığını ve bu konuda sahabe icması vardır.
“Allah Yolunda Olanlar” (Fî-Sebîlillah Mücahede Edenler) konusunda ise iki görüş vardır:
Birincisi Allah yolunda savaşanlar. Bu da devletlerarasında din için savaşın ortadan kalkması ile fiilen ortadan kalkmıştır. Çünkü “Her zamanın bir hükmü vardır.”54 Bu zamanda müslümanların silahla savaşması peşinen mağlubiyeti kabul etmesi ve mücahitleri bile bile tehlikeye atması demektir. Bu ise “kendinizi bile bile tehlikeye atmayın”55 ayeti ve “savaşı temenni etmeyin”56 hadisi ile meşru değildir. Savaşın amacı olan dini yüceltmek de şu anda savaşla mümkün görülmemektedir. Günümüzde müslümanların Allah’ın adını yüceltmeleri ancak barış ve hürriyet ortamında asayişi korumaya ve teröre karşı meşru güçlerin yanında yer alarak hizmet etmeleri ve bu arada İmana, ilme ve asayişe hizmet etmeleri ile mümkün görülmektedir. Zaten 1950’den sonra dünya devletlerince “Lâikliğin” kabulü ve “Din ve Vicdan Hürriyeti”nin kanunlar ile korunması, din için silâhlı cihadı ortadan kaldırmıştır.57 Bu durumda silahlı cihada zekât ile yardımcı olmak mümkün değildir.
Fi-Sebilillah cihad ve Allah’ın adını yüceltmek bundan böyle “Manevi Cihad” ile mümkündür. Allah’ın emri olan zekât de bu durumda ehl-i küfür ve ehl-i dalalet ile manen mücadele edenlere has kalmaktadır. Manevi mücadele ise peygamberimizin (asm) Mekke’de yaptığı gibi Kur’ân ile ve İman hakikatlerini öğrenmek, öğretmek ve tebliğ etmek ile Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak öğrenmek ve öğretmek şeklindedir. Bu durumda imana ve Kur’ân’a hizmet eden herkese zekât verilir.
Fî-Sebilillah Çalışan İlim Ehline
Zekât Vermek
İslâm bilginleri “Allah Yolunda Olanlar” (Fî- Sebilillah Çalışan Mücahitler) içinde ilim adamlarını ve ilmiye sınıfını birinci plana almışlardır. İlim adamlarına zekât vermekten maksat bunların aldıkları bu zekâtı eğitim harcamalarına yatırdıkları içindir. Çünkü eskiden Medrese eğitiminin kurumsal bir yapısı yoktu. Ortada bir eğitim kurumu olup âlimler bu kurumun kadrolu veya kadrosuz öğretmenleri değildi. Âlimlerin medreseleri vardı. İcazet, yani diploma da kurum adına verilmez, âlimin kendi adına verilirdi. Bunun için “Falan talebe ve âlim filan kurumdan diploma aldı” denilmez, “Falan bilginden icazet aldı” denilirdi. Bunun için fakihler “Âlimlere zekât verilir” demişlerdir. Çünkü o âlimler aldıkları zekât gelirleri ile medreselerinin ve burada eğitim gören talebelerin tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Dolayısıyla zekât aslında âlimin kendi şahsına değil bir noktada şahsında kuruma verilmiş olurdu.
Fıkıh kitapları meseleyi bu şekilde açıklama ihtiyacı duymadan kısaca “İlmî çalışmalar yapan zengine zekât vererek yardımcı olmak caizdir”58 demişlerdir. Bununla beraber “Allah için ilim peşinde koşarak gelir getirecek bir iş kuramayan bilginler”59 de zekât gelirlerinden desteklenmişlerdir. Yine “İlim öğrenmek için evinden ayrılan talebeler” de zekât verilecek birinci derecede ehil kimselerdir. Fıkıh kitapları bunu da açıkça ve kısaca ifade etmişlerdir. Bu konuda da Peygamberimizin (asm) “İlim öğrenen kimseye zekât verilir. Velev kırk yıllık nafakası olsun”60 hadisini delil göstermişlerdir. Çünkü bunlar Allah yolundadırlar.
“Her zamanın bir hükmü vardır.” Bu zaman eski zamana benzememektedir. Artık birey ve fert ön planda değildir. Eğitim kurumları vardır ve kurumların bilginleri vardır. Bilginlerin eğitim kurumları yoktur. Eğitim kurumları olan okulları, kursları, medreseleri ve yüksek okulları idare eden bir kişi değil, kurum adına yönetimler ve yönetim kurullarıdır. Bu durumda eğitim harcamaları, kurumun giderleri ve kurumda okuyan talebelerin tüm giderleri kurumca karşılanmaktadır. Hal böyle olunca “Kuruma zekât verilmez” demek çok yanlıştır.
Nitekim Peygamberimiz (asm) “Eshab-ı Suffe”nin giderlerini kurum namına alır ve buradaki sahabelerinin giderlerine harcardı. Şahıslarının ellerine verip “siz harcayın” demezdi. Dolayısıyla zekâtın şartlarından olan “Niyet” ve “Temlik” meselesi de kurumsal olarak düşünülmelidir. Zekât niyeti ile verilen şeyler “zekât verilecek şahsın eline temlik edilmelidir” şeklindeki bir düşünce yerine “Zekâtı veren elinde bulunan temlik edilmiş malı zekât olarak verebilir. Mülkiyetinde olmayan bir şeyi zekât niyeti ile veremez” şeklindeki bir düşünce daha sağlıklıdır. Çünkü elinde henüz olmayan ve gelecekte eline geçebilecek bir malı zekât niyeti ile vermek zekât yerine geçmez. Dönmeyen çek ve senetlerini zekât olarak veremez. Veya alacaklısından tahsil edemediği borçlarını zekât sayamaz.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri çağımızın müceddidi ve müçtehidi olarak zekât gelirlerinin bir fon, bir müessese halinde toplanarak İ’l’ay-ı Kelimetullah için açılacak olan “Medresetü’z-Zehra”nın tüm giderleri için kullanılması gerektiğini, böylece “Milletin menfaatine” sarf edilmesi lüzumunu açıkça belirlemiştir.61
Eskiden beri sadece fakirlere has kabul edilen zekâtın milletin menfaatine ve maarife, yani eğitime yatırım olarak değerlendirilmesi gerektiğini izah eden Bediüzzaman bunu bu zamanın şartlarına bağlar ve şöyle der: “Her zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman bazı ihtiyarlamış olan âdetlerin terkine ve neshine fetva vermiştir. Zararları faydalarına galebe ettiği için o âdetin idamına fetva vermiştir”62 diyerek artık değişen ve gelişen şartları nazara alarak zekâtı ferdin faydası için milletin menfaatine sarf etmek ve bireysellikten kurumsallığa geçen zamanımızda kurumsal bir yapıya dönüştürülmesi gereğinin altını çizer.
Kurumsal bir yapıya nasıl zekât verileceğini de medreselere kurumsal bir yapı ile üniversite haline getiren “Medresetü’z-Zehra” projesi ile ortaya koyar. Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu proje ile Peygamberimizin (asm) “Eshab-ı Suffe” si arasında bir paralellik vardır. Peygamberimiz (asm) buranın giderlerini sadaka ve zekât fonundan karşıladığı gibi Bediüzzaman da zekâtın iyi bir çeşme olacağını ifade eder.
“Medresetü’z-Zehra”nın en önemli görevi, eğitim ile ilimden gelen cehaletin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü bu zamanda cehalet ilimden kaynaklanmaktadır. “Medresetu’z-Zehra” ise “Din ve Fen ilimlerinin beraber okutulduğu okullardır. Amacı da “Fenni, maarif-i ilâhi ve felsefeyi hikmet-i Rabbaniye” haline getirmektir. Vicdanı ve aklı beraber eğiten ve nurlandıran bir eğitim vermek, akıl ile kalbi, fen ile dini birleştirerek maddi ve manevi iki kanat ile evc-i alaya uçmaktır.63 Taassuptan ve hileden kurtulmanın yolu ancak budur. Bu medresenin giderlerini ise “vakıfların gelirlerinden eğitime ayrılacak paylar, zekât gelirleri” olacaktır. Zamanla bu medresenin ortaya koyacağı hizmetler ve üreteceği yayınlar ile milletin kesesinden, zekât ve sadakalardan istiğna edeceğini ve muhtaç olmayacağını da ifade eder.64
Bediüzzaman, Medresetüzzehra’nın ma-nevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildiğini ve telif edilen Risale-i Nurlar ile tecessüm ettiğini ifade ediyordu.65 Risale-i Nur ve yayıldığı merkezleri “Medresetüzzehra” diye adlandıran66 Bediüzzaman, Risale-i Nuru manevi bir Medresetüzzehra olarak vasıflandırarak, “maddî suretini” de tesis etmelerini talebelerinden ister ve buna muvaffak olacaklarını da ifade eder.67 Bediüzzaman günün şartlarını nazara alarak şöyle der: “Medresetüzzehra’nın maddi tesisine çok maniler bulunduğundan şimdilik nur şakirtlerinin heyet-i mecmuasının dairesinden ibarettir.”68
Dipnotlar:
49- Ebû Bekir El Cassas, Ahkamû’l Kur’ân (Beyrut: 1335) 3:124. Ayrıca Fahrüddin-i Razi, Mefatihû’l Gayb, (İst- 1308) 4: 680.
50- İbn-i Abidin, 4: 168; İbn-i Hümam, 2: 14–15
51- İbn-i Nüceym, El Bahrû’r Raik (Kahire: 1311) 2: 259.
52- İmam-ı Merginani, El Hidaye şerhû Bidayetü’l Mübtedi (Kahire- 1965) 1:112
53- İbn-i Abidin, Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar (İst-1983) 4: 164
54- Bediüzzaman, Münâzarât, 103
55- Bakara, 2:195
56- Buhari, Cihad, 112,156; Müslim, Cihad, 19, 20; Ebu Davud, Cihad, 89
57- Bediüzzaman, Şuâlar (2005-İst) s. 424
58- Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Uysal Kitanbevi, 2:172 (Radiyyuddin Serahsi, El Muhît, Fetevây-ı Kadıhan)
59- Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, 2:168
60- İbn-i Abidin - Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar – (İst: 1983) 4:164.
61- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, (1998-İst) s.103, 129
62- Münâzarât, 103
63- Münâzarât, 126–127
64- Münâzarât, 129–130
65- Tarihçe-i Hayat, 252
66- Emirdağ Lahikası, 124; Kastamonu Lâhikası, 159
67- Tarihçe-i Hayat, 252
68- Emirdağ Lâhikası, 209