İnsanın iki boyutu var.
Birisi, maddî boyutu yani fizyolojik yönü. Diğeri manevî boyutu yani ruhî yönü. Maddî vücudumuz maddî gıdalarla beslenirken, manevî yönümüzde ancak manevî gıdalarla beslenmek durumundadır. Yoksa o vücut sağlıklı olamaz.
İslâm düşüncesinde insanın varlık bütünlüğünün beden ve ruhtan (nefis) oluştuğu kabul edilen bir gerçektir. İlmî kaynaklarda beden sağlığını korumayı ve hastalıkları tedavi etmeyi amaçlayan bilgi dalına “tıbb-ı cesedânî”, ruh sağlığını korumayı ve ruhu faziletlerle bezeyip erdemsizliklerden arındırmayı amaçlayan bilgi dalına da “tıbb-ı rûhânî” denilmiştir. Seyyid Şerîf el-Cürcânî tıbb-ı rûhânîyi “mânevî mükemmellikleri, hastalıklarla bunların tedavi yollarını, mânevî sağlığın ve itidalin nasıl korunacağını öğreten ilim” şeklinde tanımlar. “et-Tabîbü’r-rûhânî” dediği ahlâk eğitimcisini de “irşada ve mânevî olgunlaştırmaya muktedir uzman kişi” diye tarif eder.
Ben burada daha çok manevî bünyeyi tahrip eden manevî hastalıklardan bahsetmek istiyorum. Manevî hastalıklar deyince; yalancılık, ahlâksızlık, riyakârlık, samimiyetsizlik, kin, Firavunluk, Yezidlik ve hasetlik gibi hastalıklar günümüzde hep öne çıkan başlıklar olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle “Ahsen-i takvim” yani en güzel biçim ve kıvamda yaratılmış olan insanı, insan yapan en önemli vasfı ahlâkî yönüdür. Bediüzzaman; insanın Cenâb-ı Hakk’ın antika bir san’atı ve esmasına ayinedârlık eden varlık olduğunu ifade eder.1
Günümüz Müslümanlarına sirayet eden bir hastalık var. O da “Amaca giden her türlü araç mübahtır” şeklindeki Makyavelist ahlâk anlayışı.
Müslümanlık iddiasındaki kişilerin bu durumu merhum Mehmet Âkif’in:
“Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok nafile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” 2 ifadesiyle;
Muhammed İkbal’in; “Müslümanlardan kaç İslâm’a sığın!” ifadeleri de böylesi bir çelişkinin haykırışı olsa gerektir.
Peygamberlerin (asm) etrafında kenetlenen ilk halkalardaki insanları cezbeden şeyin zulmün karşısında hakkın öncelenmesi ve dolayısıyla ahlâkın söz ve eylem tutarlılığıyla önlerine koyulmuş olmasıdır.
Nitekim, Kur’ân, “Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin. Bu sahih bir dinin gayesidir; ama çoğu insanlar onu bilmezler”3 âyetiyle insan tabiatına uygun olana işaret ettiğini görmekteyiz.
Dipnotlar:
1- Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas 2. Nokta. 2- Safahat, Yeni Asya Neşriyat. İstanbul-2007. s. 269. 3- Rum Sûresi, /30.