İçinde bulunduğumuz toplumda gençliğin örf ve âdetinden uzaklaştığını ve kendi kültürüne karşı duyarsız kaldığına ve medya aracılığıyla batının kültürüne ve yaşantısına özenti duyduğuna şahit oluyoruz.
Gençliği kendi benlik ve kimliğinden uzaklaştırma projesi bugünün projesi değildir, kökleri geçmişe kadar uzanmaktadır.
Meselâ, Bediüzzaman Van’da 1899 bulunduğu yıllarda Vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa, İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunu- yordu.
Bir gün, Tahir Paşa bir gazetede şu müthiş haberi ona göstermişti:
İngiliz Meclis-i Mebusanı’nda, Müstemlekât Nazırı (Sömürgeler Bakanı) elindeki Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta, “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunmuş.
İşte bu müthiş haber, onda tarifin fevkınde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diye, kuvvetli bir niyet, ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.
Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetü’z-Zehra” namında bir darülfünûn açmak, ya Van’da veyahutta Diyarbekir’de darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi.[1]
Çözüm için reçete yine Bediüzzaman tarafından yazılmıştır. 1911 yılında Şam Emeviyye Camiinde okuduğu hutbede şöyle irad ediyordu:
“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.
Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette...”[2]
Bediüzzaman, toplumun top yükün maddî ve manevî kalkınmanın çaresini Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini kurmak istediği Camiü’l-Ezher’in kız kardeşi olan, Medresetü’z-Zehra namıyla dârülfünün adıyla bir medresenin bugünkü adıyla üniversitenin açılması için çalışmıştır.
Dinî ilimleri ile fen bilimlerinin birlikte okutulmasını savunarak şöyle diyordu: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”[3]
Bediüzzaman Müslümanları ilgilendiren meselelerle ilgilenmiş cemiyetle alâkalı gerçekleri öğrenerek ülkenin ve Müslümanların kalkınmaları için zemin hazırlamaya çalışmıştır. Tasavvur ettiği üniversitenin hangi şartlarda çalışacağı ve eğitim metodunun nasıl olacağı hakkında detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler Münazarat adlı eserden istifade edebilirler.
Dipnotlar:
[1]Tarihçe-i Hayatı,s.60.
[2]Hutbe-i Şamiye, s.30.
[3]Münâzarat, s127.