Gittikçe bireyselleşen dünyada sosyal bağlarımız her geçen gün zayıflıyor. Sosyal bağa duyulan ihtiyaç, sosyal medya aracılığıyla giderilmeye çalışılıyor olsa da yüz yüze görüşmenin verdiği etkiyi oluşturamıyor.
Sosyal ilişkilerin etkisi çok eski yıllardan beri pek çok bilim dalının araştırma konusu olmuştur. Dünyaca ünlü psikanalist René Spitz, 1940 yılında doğum sonrasında yetimhaneye terk edilmiş bebeklerle ilgili yaptığı inceleme sonuçlarını yayınladığı “Hospitalizm” adlı eserinde fiziksel tüm ihtiyaçları karşılanan ancak sürekliliği olan bir bakım verenden yoksun kalan bebeklerin tamamının, fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmasına rağmen depresif, içine kapanık ve hastalıklı olduklarını aktarıyor. Duygusal yoksunluğun üç aydan uzun sürmesi halinde bebeklerin göz koordinasyonlarının ve kas gelişimlerinde gerileme olduğunu fark ediyor. İkinci yılın sonunda ne yazık ki bu bebeklerin üçte birinin hayatını kaybettiğini, hayatta kalanların da dört yaşına geldiğinde çok azının oturabildiğini, ayakta durabildiğini ve konuşabildiğini aktarıyor. Duygusal ihtiyacın karşılanmamasının ve sürekliliği olan bir ilişkinin içinde yer alamamanın bedene verdiği zararın görülmesi açısından bu araştırma oldukça önemlidir.
Doyum veren bir ilişkinin yokluğunun, insan psikolojisine ne kadar zarar verdiği çoğumuzun malumu. Ancak ilişkisiz olmanın verdiği zarar, yukarıda anlatıldığı gibi insan bedenine de ciddi zararlar veriyor. Benzer bir durumu Psikiyatrist Bessel A. Van Der Kolk, “Beden Kayıt Tutar” kitabında bu durumu hastası üzerinden örneklendiriyor. Yetersiz ilişkileri olan ve travmatik olaylar nedeniyle geçmiş anılarının bir kısmını hatırlamayan hastasının görme kaybı yaşamaya başladığını ve yolda yürürken sendelediğini görüyor. Bunun üstüne hastasını göz polikliniğine gönderiyor. Yapılan tetkikler sonucunda hastanın göz retinasında hastanın görüşünü bozan ve hemen tedavi edilmesi gereken bir otoimmun (bedenin kendine saldırmaya başladığı bir tür bağışıklık) hastalığı olduğu görülüyor.
İki ayrı örnekte anlatıldığı üzere güvenli bir ilişkiden mahrum kaldığımızda veya ilişkilerimize dair sorunlar yaşadığımızda bu durum bedensel bazı semptomlara yol açıyor. İlk görülen semptomlardan biri görme kaybı yaşamak. Geçmiş tarihimizde bu durumun örneklerini görmek mümkün. Hz. Yusuf’u kaybeden Hz. Yakup’un gözlerindeki görme kaybını bu duruma örnek olarak verebiliriz.
İlişki kurma ihtiyacımız hayat boyu sürer ve bu ihtiyaç, ilişkinin farklı türleriyle karşımıza çıkar. Aile ilişkisine de ihtiyacımız vardır, arkadaş ilişkisine de. Akraba ilişkisine ihtiyaç duyarız, komşu ilişkisine de. “Komşu, komşunun külüne muhtaç” sözüyle atalarımız, komşuluk ilişkisine duyulan ihtiyacı ne de güzel dile getirmişlerdir. Kurduğumuz her ilişki türü, farklı bir eksikliği giderir. İlişkinin yokluğunu tolere etmek mümkün değildir. Çünkü hem ruhsal yapımız, hem bedensel yapımız ilişkisizliğe olumsuz tepki verir. Yapılan araştırma sonuçları yalnızlığın ölüm riskini yüzde 26 oranında arttırdığını ve insan bedenine verdiği zararın günde en az 15 sigara içmenin verdiği zarara eşdeğer olduğunu gösteriyor (Brigham Young Üniversitesi Profesörü Julianne Holt-Lunstad ve ekibinin incelediği yaklaşık 3.5 milyon kişiye yapılan 70 farklı çalışmanın sonucu).
Son yıllarda yaşanan güven sorunları ve sınır ihlalleri pek çok kişiyi ilişki kurma konusunda tereddüt içinde bırakıyor olabilir. Karşısındaki kişiye güvenememek, başkasından zarar göreceğinden endişe duymak kişiyi ilişki kurma konusunda kaçınmacı bir tutuma yöneltebilir. Benzer bir şekilde kişisel alanına müdahale edilmesi, başkasının sınırına, seçimine müdahale etmeyi kendine hak gören kişilerin varlığı ilişki kurmaya karşı mesafeli olmaya yol açabilir. Karşılaşılan tüm bu sorunlara rağmen hem kendisinin, hem diğerlerinin sınırlarını koruyarak asgari düzeyde de olsa ilişki içinde kalmaya çalışmak önemlidir.
İşin özü; yalnızlık Allah’a mahsustur ve insan hem her şeye gücü yeten bir yaratıcıya, hem de yaratıcının vesile kıldığı insana muhtaçtır.