Kayadere Köyü’ne bu defa yalnız olarak davet edilmiştim.
Onların da saygı duydukları, sözüne değer verdikleri bir büyüklerinin davet edildiğini söylemişlerdi. Akşam vakti her zamanki gibi (Rahmetli) Abdi kardeşimin evindeydim. Abdi’nin o gün sevinç ve heyecanı yüzünden okunuyordu. Nihayet akşam namazından sonra bütün köy bu evde toplanıyordu. Bizim için evin bir odasına yan yana iki büyük koltuk konulmuştu. Bunlardan birisine beni oturttular. İçim içime sığmıyordu. Acaba yanı başıma gelecek kişi kimdi? “Allah’ım bizi mahcup etme. Hizmetimizi makbul eyle, hikmetinle gelecek Ulu kişiye de kabul ettir” diyerek mırıltı halinde dua ediyordum. İnsanlar gruplar halinde gelip kadınlar diğer odalara erkekler bulunduğum oda ve bağlantısındaki büyük salonda dizüstü oturarak dizilmişlerdi. Herkesin gözü kapıdaydı. Bütün köy adeta bir eve istiflenmiş gibi dolmuştu. Ben de onların heyecanıyla heyecanlanmış ayak parmak uçlarımı yere vurup kaldırıyordum. Sessizlik birden herkesin ayağa kalkmasıyla bozulmuştu. Ben de ayakta beklemeye başladım. Nihayet yanı başımdaki koltuğun sahibi gelmişti. Ortadan uzunca, tıknaz, sarık ve cüppeli yüzü nurani bir mübarek zât oda kapısında durdu. “Esselamü aleyküm! Ve rahmetullahi ve berekatühu ebeden, daimen...” devam eden belki beş on dakikalık bir selam ile hepimizi selamladı. Biz de bil mukabil selamını aldık. Musafaha edip sarıldık. İşaretiyle önce kendisi sonra hepimiz oturduk. Herkesin gözü kulağı sanki onun ağzına yapışmış gibi bakıyor ve dinliyordu.
Kendilerinin Al-i Beyt-i Nebevi‘den olduklarını, kan bağıyla bağlı hakiki taraftar ve gerçek Müslüman olduklarını, baskı altında kalmadan gönülden kalben bağlandıklarını bizlerin kılıç Müslümanı olduğumuzu söyleyerek 12 imamdan da bahsedip sözü bize bıraktı.
Birdenbire Üstad Bediüzzaman’ın Hz. Ali ile ilgili Risale-i Nurdaki hakikatler gözümün önüne geliverdi. Kendisine uzak diyarlardan gelip bizi aydınlattığı için teşekkür edip anlatmaya başladım.
“Evet biz Türk Milleti olarak Peygamberimizin (ASM) neslinden gelmiyoruz. Fakat o bizi ümmetinden kabul etmiştir. Aynı zamanda hepimizin atası Hz. Âdem ve Havva’dır. Hem ‘Arabın Aceme Allah katında bir üstünlüğü yoktur’ diyerek ırkçılığı yasaklayan da odur. Hem Araplar Türklerle savaşmamışlardır. Onlar başta Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han olmak üzere (Müslüman olunca Abdülkerim ismi eklenmiştir) komşu ülkeleri olan İslâm dünyasından öğrenerek, peygamberi (AS) görmeden inanıp Müslüman olmuşlardır. Halifenin ordusuna dahil olup küffara karşı cihad etmişlerdir. Sonra da ümmetin en kalabalık ve en cengâver ordusu olarak bin sene İslam’a bayraktarlık etmiş bir millettir. Bu millet İslam’a vücudunu siper edip aşılmaz bir kale olmuştur. Hem bu millet kan bağı olanlardan daha çok Resulullah’a ittiba etmiş, Sünnet-i seniyesine sımsıkı sarılmıştır. Onun için yok birbirimizden farkımız.”
Daha çok hakikatler dökülüverdi. Herkes büyük bir heyecan ve can kulağıyla dinlemişti. Herkesin yüzü gülüyor, gözlerinin içi parlıyordu.
Misafirimiz konuşmaya başlarken bana cevap yetiştireceğini sanmıştım. Fakat büyük bir olgunlukla bizi ve anlattıklarımı insanların gönlüne, yüreğine bağlayıverdi.
O muhterem zât, “Benim söyleyemediklerimi de bu delikanlı size söylemiş. Bundan sonra uzaklardan benim gelmeme lüzum yok. Bu genç sizin mürşidiniz olsun” diyerek haddimin fevkinde beni methetti. Artık bütün köy insanları nurun talebesi ve sohbetlerin daimi müşterisi oluvermişti. Gecenin geç saatinde büyük bir sevinçle dolan gönüllerimiz bir olurken fani dünyanın faniliğiyle bedenlerimiz ayrılıp dağıldık. Artık namaz ve cami en büyük hakikat olarak aklımızda ve gönlümüzdeydi.