Haberler kan revan...
Bırak hep çocuk kalsın yüreciğin. Dayanamaz sonra döndüğünü gördükçe dolapların.
Dünyanın fotoğrafına baksana!
Neden birçok şey göstermelik, sanal, banal?
Neden kürsüde, hutbede hür değil kocaman diplomalılar?
Neden tebessümlerin bile sahtesi var?
Neden bankalar paradan para kazanır?
Neden bir kişi tıka basa doyar da doksan dokuzu bakar?
Neden kul kula kul olur?
Böyle olmaz Selim Ali. Dünya yalpalıyor.
Bir yol, bir çıkış bir kapı, bir pencere… gerek… Gökyüzü kapandı mı? Akarsular kurudu mu? Kuşlar sustu mu? Kelebekler küstü mü?
Ne zaman kurtuluruz bu yalan, bıktıran tekrarlardan haberlerin gevezeliğinden, reklamların çığırtkanlığından, bilboardların şehirleri kirletmesinden... Her şey bu kadar nasıl dağıldı böyle birdenbire? Bu kadar şiirsiz zamanlara nasıl düştük Bilgin Abi?
Meğer ağız tadıyla yaşamayı zorlaştıranların ağız tatları bozuk olurmuş. Yaşamayı unutmuştur onlar. Mevsimleri görmez. Yaşamak, rüyadan daha rüya hallerdir; bu rüyayı görmez onlar. Usûlen yaşarlar. Onların tat diye, koku diye hisleri yoktur. Hele şu yaşamak dediğimiz bir sanattır. Bu sanattan anlamak da öyle herkesin harcı değildir. Bu yüzden çok kişi hayatı harcar; çok azı yaşar. Yaşamak kolayını; zalimler ve cahiller zorlaştırırken… masumlara oluyor olan.
Evleri dayadı döşedi “şimdiki” medeniyet de huzursuzluk ekti. İsimsiz hastalıklar serpeledi her yere. Kuşları yuvasından etti. Ağaçları kökünden söktü. Güllerin kokusunu yok etti. Naylon meyveler bıraktı sofraya. Şekerin tadı, tuzun lezzeti kalmadı. Hastanelerin hastalık; okulların cehalet sattığı, yeşillerin beton perdelerle örtüldüğü, hayatın ve ölümün sıradanlaştığı kör ve kor ve zemheri zamanlar...
Ey medeniyet!
N’ettin böyle, ha! Çağırma beni; seninle pahalı bir yolculuk bu; huyunu husunu sevmedim. Pamuk şekerinden, saman alevinden betersin.
Binalar şehirlere sığmıyor. Gökyüzü kapandı. Beton yığınları nefesimizi daraltıyor. Bu fotoğrafları “medeniyet” kelimesiyle yan yana getirip de kelimelerin ağzının tadını bozmayalım.
Havayı, suyu kirletmek medeniyet olabilir mi! Karmaşa deyin, hırs deyin, beton kirliliği deyin... de... medeniyet, hürriyet, adalet... demeyin! Kelimelerin adresini muhafaza edelim.
Çok “akıllı” fakat kalpsiz “medeniyet” yorgunu olduk diyordu Bilgin Abi.
Dünyanın üslûbu da kirlendi. Nezaketin ince tellerini gün gün kırıyoruz. Estetik; fantastik bir şeymiş gibi vitrinlere kaldırıldı. Bu kabalık hayra alâmet değil. “Her şey incelikten; insanlık kabalıktan kopar!” sözünü şehirlerin girişine asmalıymışız bir de.
Medeniyetin uzağında bir ahirzamandaymışız.
Bizi böyle uyutanların adlarını biliyor musun Bilgin Abi? Soru bile sordurmayanların? Seçim hakkı tanımayanların? Seçtiklerimizi de beğenmeyenlerin? Bu sesleri derinden, boğuktan, perde gerisinden gelenlerin? Kıyamet kopacak; hâlâ bu böyle bekleyiş, çıldırtan sessizlik? Deccal ve İsa karşı karşıya da… biz koltuk ve halıların rengini mi tutturma peşindeyiz? Heey, hey!
Hep mi kandırılıyoruz?
Nerede ekmeğin hası? Dökme suyla “değirmen”çeviriyoruz; evlerimize su taşıyoruz. Sularımıza ne oldu? Ekmeği yenmez, suları içilmez hâle getiren bu sistemin adı “medeniyet” olamaz. Medeniyet; insanlığın ta kendisi değil miydi?
Bu medeniyetin isimlerinden birkaçını daha öğrenecektik Bilgin Abi’den:
“İsraf Medeniyeti”
“Köle Medeniyeti”
“Oyalama Boyalama Medeniyeti”
“İnsanın Unutulduğu Medeniyet”
“Bir İhtiyacı Bine Çıkaran Medeniyet “
“Vitrin Medeniyeti”