Avrupa’da devletlerin sınırları tarihte sık değişiklikler geçirmiştir.
Savaşlar ve anlaşmalar sonucunda sıradan halk bir gün içinde kendini yeni bir devletin tebaası olarak bulabilmiştir. Son birkaç yüzyılda ulus devletlerin Avrupa’yı domine etmesi sonucu bu sınırlar ve içindeki etnik gruplar daha belirgin hale gelmişse de halen de birçok Avrupa vatandaşının farklı ülkelere uzanan soy bağları bulunmakta. Mesela bir Almanın Çekoslovakya, Polonya, Avusturya veya Fransa’da yakın ailesinin olması çok olağandır.
Bu durum Dünya savaşları esnasında trajik hikâyelere yol açmıştı. Akrabalar, liderlerin hırsları arasında sıkışıp sırf hayalî bir çizginin öteki tarafında yaşadıkları için birbirlerini öldürmüştü. Ulus devletlere ve katı sınırlara bölünmüş olan Avrupalılara göre Avrupa kıtasını üniter hale getirmenin yolu kan dökmekten geçiyordu. Fransa’da Napolyon, Almanya’da Hitler ve sonu gelmeyen savaşlar…
Savaşın yıkımı Avrupalıya ders oldu ve bu üniter yapı barış yoluyla gerçekleşti. Günümüzde AB’nin Şengen sistemi sayesinde insanlar sınırlara takılmadan farklı ülkelerdeki akrabalarını ziyaret edebiliyor ve kontrol olmaksızın dilediği kadar yanlarında kalabiliyor.
Almanya’da Suriyeli meslektaşım bir akademisyenle tanıştım. Ben çocukluğumda Antep’te yaşamıştım, o da tam sınırın öteki tarafında. Asırlardır ailelerin komşu olarak yaşadığını ve fakat bir gün aralarındaki hayalî ve farazî çizgi ile uyandıklarını ve artık “karşıya” geçmenin suç olduğu saçmalığını konuştuk. Yemeklerimiz bir, örfümüz bir, görünüşümüz bir ve dinimiz bir, bir bir bir … olmasına rağmen bir anda “farklı” yapılmıştık.
Aslında Kudüs ve Kâbe merkezli bu coğrafyanın bütün halkları arasına sınırlar çekilmiş, dostlar ve aileler ayrı kalmıştı.
Halkın fikri dahi alınmadan yapılmış bu “ülke” ve “devlet” dizaynının ne kadar başarısız olduğu, yıllardır bitmeyen savaşlardan belli. Oysa aylarca sürecek vize, oturum başvurusu vs. bürokratik engeller olmadan geçebilseydik o sınırları, otursaydık beraber, paylaşsaydık ortak değerlerimizi, belki yetmiş yıl önce birbirini katleden bir Almanın ve Polonyalının bugün yaşadığı barış ve refahı biz de yaşardık. Belki bu coğrafya, silahların susmadığı değil tıpkı geçmişte olduğu gibi dünyaca ünlü kütüphanelerin ve üniversitelerin konuşulduğu bir yer olurdu.
İnşallah olur.
Sınırların kaldırılabildiği bir sistem, Avrupa için de, bir zamanlar, hayal dahi edilemeyecek kadar zordu. Ancak hakikatte imkânsız değildi. Nitekim AB, o sancılı dönemlerde bile bu fikri savunanların attıkları temel üzerinde kuruldu.
Aynı prensip bizim için de geçerli. AB üyelik kriterlerini sağlamış (ideal olarak üye de olmuş) bir Türkiye, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu yönetim tarzının Müslüman çoğunluğa sahip toplumlara da uygunluğunu gösterebilecek, şahıslara bağlı baskıcı fikir ve sistemleri silip atabilecek ve AB projesinden aldığı dersle ittihad-ı İslam’a öncülük edebilecektir.
Bu temennileri imkânsız gören, umutsuzluğa kapılan ve başkalarının çizdiği sınırları kafasında aşamayanlara, Said Nursi’nin, yüz on üç sene önce İslam âlemi parçalanırken etrafındaki umutsuzlara verdiği tepkiyi vermek gerek: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım..."