Türkiye’de gündem MİT’in AKP’ye verdiği “FETÖ brifingi”ni “bizim neyimiz eksik biz de isteriz” diyerek talep ve elde eden CHP’nin bu “brief”ten ne elde edip ne öğrendiği.
Gerçekten, her şeyiyle yargıya intikal etmiş bir olgu ve olay hakkında milletin ve en azından meraklılarının bilmediği ve MİT’in bildiği ve dolayısıyla parti genel merkezlerini gezerek oralarda bildirdiği ama millete bildirilemeyen ne var?
Mesela kapatılan Turgut Özal Üniversitesi’nden ÖSYM’ye denildiği gibi bir kopya hattı vardı da delili yeni mi bulundu. Oysa basit ve temel bir mantık kuralı var: Bir şey varsa delili de vardır ve ispat edilebilir. Bir şey yoksa delili de yoktur ve ispat edilemez. İspat edilebiliyorsa vardır ve ispat edilemiyorsa yoktur.
Mesela şimdiki Genel Başkan Özgür Özel bu vesileyle eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun aslında seyyid olmadığını ve “…öcü” olduğunu mu öğrenecek.
Mesela “şifreli” dedikleri “bir dolar”ların bu zamana kadar çözemedikleri hangi şifrelerini çözdüler de Mahkemeye bildirmek yerine sırasıyla siyasî partilere bildiriyorlar? Basından neyi neden gizliyorlar?
İnsanın aklına “Ağam neticede bir şey değişmediyse biz bu naneyi neden yedik” sorusu ile biten fıkra geliyor.
***
Bizde böyle de komşuda farklı mı?
İran’da siyasî tutukluların serbest bırakılması talebiyle ve protesto amacıyla dudaklarını diken Hüseyin Ronekî, bu yetmemiş, bir de Tahran’da oturma eylemi başlatacağını duyurmuş.
Fotoğrafını görünce kanımız dondu. Cesarete gıpta ettik. İnsaniyete hayret ettik.
Bizde de pek farklı değil. Muhalefeti susturmak için ne lâzımsa yapılıyor.
Hatta denildiğine göre yeni bir makas icat etmişler! Muhaliflerin parmak uçlarını klavye ve akıllı telefon kullanamayacak şekilde kesiyorlarmış. Ama bundan parmakları kesilenlerin çok azının haberi oluyormuş…
***
Yazarlık her yerde zor zanaattır. Hele bizde lebdeğmez oynamayı gerektirir. (Lebdeğmez oynamak, halk ozanlarının dudaklarının arasına iğne koyup dudak kapatamadan türkü mani söylemesi mecburiyetine denir).
Bizde sınırlar keskindir. Dil kestirir, dudak diktirir, parmak kaşındırır ve hatta yürek söndürür.
Ama yine de yapılır ve yapılmalıdır. En az zayiatla en çok verimle yapılmalıdır.
***
İnsan hata görürse susamaz. Vicdan emreder ve insan konuşur. Yazar, söyler muhatabına. İkaz ve yakaza vazifedir.
İnsan bazen de susarak konuşur. Hatta dudaklarını dikerek. Ronekî gibi.
Konuşmak yazmaktır da. Tarihe not düşmektir. Ahirete azık göndermektir. “Ben demiştim” diyebilmektir.
Fikir azizdir. Konuşamayan insan sözünü yutar. Karnından konuşan ise kötü kokulu konuşur. Cemiyeti de kokutur. Ama sebebi kendisi değil ağzını kapattıranlardır.
Yazamayan insan kelimesini sivriltir ve saklar. Günü gelince diken gibi batırır. Sorumlusu yazdırmayanlardır.
Bediüzzaman’ın, yüz yirmi sene önce fikir hürriyetinin noksaniyetinden muhakeme edildiği Divan-ı Harb-i İdare-i Örfî’de (Örfî İdare Savaş Mahkemesi’nde) sorduğu şu sual bu coğrafyada halen de kıymetlidir:
“Fikir ve söz hürriyeti verilse sonra da muahaze olunsa [muhalefet ettin diye hesap sorulsa], acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?”
“Olağan şartlar var ve fikir açıklamak kanunen serbest” diyerek konuşana “hayır o kanunu biz askıya almıştık; konuştun, yazdın suçlusun” demek, bırakın hukuku, insafa sığar mı.
Biz demokratik hak hukuk devleti istiyoruz. “İkinci Gazi Hazretleri”nin MİT mitit devletini değil.
Coğrafyanın yakın mazisi kaderdir. İstikbali ise cüz-i irademize bağlıdır. Değişebilir ve değişecek. Gayret bizden tevfik Allah’tan…