Pazar günü Asya Kültür ve Medeniyet Derneğinin panelinde yaptığımız konuşmanın önemli kısımları Yeni Asya ve sosyal medya tarafından yayınlandı. Organizatörlere ve haberleştirenlere teşekkür ediyoruz.
Programa katılamamış olan bazı dostlar konuşmalarımızın gerisini de merak ettiler. Açalım.
Bizim konuşmamızın ana teması “Adalet ve hürriyet ihtiyacına konjonktürel bakış: Muhalefet etme hakkının olağanüstü durumlar gerekçesiyle sınırlanmasının sınırları” idi.
Aynı günlerde Güney Kore’de yaşananların bizim seçtiğimiz konu ile benzerliği tamamen tevafuk idi. Biz meseleye daha ziyade Türkiye ve yakın çevresi yönünden baktık.
Konuşmamıza, sosyal hayatı ve siyaseti değerlendirirken istikametle bakabilmenin ehemmiyetini anlatarak başladık. Bu babda şunları söyledik:
İstikametimizi ve umdelerimizi (yönümüzü ve ilkelerimizi) kaybedersek her şeyimizi kaybederiz. Siyaset hatırına hedeften ve umdelerden taviz vermek ve hatta döneklik etmek ise en kötüsüdür.
Örneklerimiz ise şunlardı:
1. Bir imam, “Nasılsınız?” sorusuna “Hayat mücadelesine devam ediyoruz” diye cevap veremez.
Zira ister imam, ister müezzin ve isterse cemaat olsun hiçbir mümin “Hayat bir mücadeledir” diyemez, böyle inanamaz. Elbette hayatta bir mücadele var, ama o nefis ve şeytanla ve bir de küfründe inat ve müminin hukukuna tecavüz eden mütemerrid kâfirle mücadeledir. Yoksa bir mümin için hayatın kendisi mücadele değildir.
Ancak bir kâfir ve bir materyalist “Hayat mücadeledir” diyebilir.
Zira onun bakışında kâinat Rahman ve Rahim isimlerinin tecelligâhı değildir.
Zira “hayat mücadeledir” demek “canlılar arasında bir hak ve hukuk değil bir kuvvet yarışı var” demektir. Böyle inanan için kuvvet hakta değil hak kuvvettedir ve kuvvetin ve kuvvetlinin sadece bu sebeple bir hakkı var demektir.
Böyle inanan için, adalet (ve dolayısıyla zulüm) diye bir şey yoktur. Zira adalet kuvvetlinin haklı olmasına değil haklının kuvvetli olması esasına dayanmaktır.
Bugün İslâm Dünyasındaki hukuksuzlukların arka planında aslında bir tür inanç zafiyeti vardır.
2. Bir vakıf kurucusu, din hizmetleri için istihdam ettiği kişilerle ilgili olarak “Maaşlarını ben veriyorum, iaşelerini ben temin ediyorum” diyebilir ama “Ücretini ben veriyorum” diyemez. Zira din hizmeti ancak “Benim ücretimi ancak ve sadece Allah verir” ve “Sizden bir ücret istemeyenlerin dinine ve nasihatine tabi olun” diyenlerce yapılırsa ihlaslı olur.
Bu sebeple Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanlarının sendikası bir “ücret artış talebi sendikası” değildir, ancak “iaşe ve hizmet şartlarını iyileştirme sendikası” olabilir.
Dolayısıyla gerçekten dindar bir devlet yöneticisi ve siyasetçi “Din görevlileri benim emir kulumdur, benim siyasetimin reklamcılarıdır” demeye kalkmaz. Bunu yapmaya kalkan siyasetçiye karşı hakkıyla dik duramayan sivil ya da resmi din adamı da hakiki ve ihlaslı din adamı olamaz. Nasihati tesir etmez.
3. Hakiki bir mü’min, başka bir mümin kardeşinden bahsederken “Ben onu sevmiyorum” ve hatta “onu bir türlü sevemedim” diyemez. Zira Kur’ân emrediyor: “Mümin mümini sever ve sevmeli. Fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil lütufla ve kavlileyyinle ıslahına çalışır.”
Bilhassa dün beraber olduğu ve fakat bugün siyaseti sebebiyle ayrı düştüğü din kardeşini münafıklıkla ve hatta deccallikle veya süfyanlıkla ya da bilmem kaçıncı rüknü olmakla suçlamak ise olsa olsa münafıkların oyununa gelmek ama bunun farkında olmamaktır.
Özetle:
Bize düşen, ona buna münafık damgası yapıştıranların destekçisi olmak değil, onların bu hatalarını teşhis ve tedavi etmeye çalışmaktır.
Bunun da yolu bellidir: Nifaka sebep olan her ne varsa onu ortadan kaldırmak. Bu babda önce rejimi demokratik rejime ve devleti de hizmetkâr devlete dönüştürmek…