Hükümetimiz, düzelteceğine dair açıklama yapmasına rağmen, henüz icraatta bulunmadığından, elbette zaferden bahsedecekler, Feministler.
Bu gayrimeşrû çocuğu kucağında bulan hükümetin üyeleri, anlaşmanın mahiyetinden haberdar olmadıklarını söylediklerine göre, bu zaferin hakikî sahiplerini bulmak durumundayız. Bu çocuk aynı zamanda AB’nin de kapısına on iki meclisin onayından sonra bırakılmış. Millet adına karar vermesi gerekenlerin mahiyetlerini bilmedikleri bu anlaşmaya “sürü psikolojisi” ile tam kırk altı ülkenin katıldıklarını sonradan anlıyoruz. 81 maddeden oluşmuş ve aslında temennilerden ibaret olması gereken bu beyannamenin kendisini “kanun kürsüsünde buluvermesi” mutlaka hazırlayıcılarını da şaşırtmıştır. Fakat işin mahiyeti, bu kanun Avrupa ülkelerinin “Millî Meclislerine” inince ortaya çıkıyor.
Otuz bir ülkenin tatbikata henüz koymadığı ve Rusya ile Azerbaycan’ın hiç imzalamadığı bu anlaşmaya; yalnızca Türkiye’mizin şerh koymadan tamamen teslim olması, tarihimize geçecek maalesef siyah bir nokta olacaktır.
Yeni Asya Gazetesi bu sözleşmeyi çok defa gündemine taşıdı ve hükümetimiz de geri çekeceğinden bahsetti. Hemen ardından bazı uluslar arası kuruluşlardan “tehditler” gelmeye başladı. Bilhassa af örgütleri ve insan hakları temsilcisi geçinen ve neoliberallerce finanse edilen kuruluşlardan… Arşivimizde bulunan bilgilerden dolayı, (11, 15 Mayıs 2020) tekrara girmeden, şu makalelerle bu sözleşmeyi “de facto” ile dünyanın başına geçirmeye çalışan ana cereyanı birlikte bulmaya çalışacağız. Bu anlaşmanın hukukumuza neler getirip götürdüğünü inşaallah kıymetli ilim adamlarımız yakın zamanda ortaya koyacaklardır. Detaylı mahiyetinin uzmanlarımızca anlatılacağı yazıları beklerken, biz gayet yüzeysel olarak bu anlaşmayı enstitülerinde hazırlayan gurupların kadın ve aileyi bahane ile perdeledikleri renkleri, maksatları ve hedefleri üzerinde duracağız.
AİHM’nin 2009’da, Nahide OPUZ davasında Türkiye’yi otuz bin euro’ya mahkûm etmesini bilmeyenler, bu konferansın İstanbul’da yapılmasını bir başarımız olarak da görebilirler. Fakat Suriye’nin kırk-elli ülke adına BM’de 2009’da LGBT ve Kadınlarla alâkalı Avrupa’nın suçlamalarına karşı okuduğu beyannameyi gözden geçirdiğimizde, İstanbul Anlaşmasının çekirdek çalışmalarının çok önceden birçok “Uluslar arası Kuruluşa” servis edildiğini anlıyoruz. Hatta uzaklara gitmeye gerek yok, kanaatindeyim. 2011’e gelirken Türkiye’mizin güzide üniversitelerinde bu sahada yapılan çalışmaları ve bu projelerin kimlerce finanse edildiğini (Bilhassa ODTÜ; Boğaziçi ve Bilgi gibi) tahkik ettiğinizde, bu yolda hayli mesafe alındığını görmüş oluyorsunuz.
Nikâhı esas almayan ve geleneği şeytanlaştıran sözleşmenin mana ve felsefe olarak hangi düşünceyi hatıra getirdiğini artık biliyoruz. Sözleşmeyi dikkatlice okuyanlar; hedefin kadını kollamak ve fıtrî olarak haklarını vermekten ziyade, onu bulunduğu aile ortamında çatışmaya sürükleyerek “yalnızlaştırma” olduğunu göreceklerdir. 2014’ten sonra önü alınamayan boşanmalar ile ihtiyaca bir türlü cevap veremeyen “kadın sığınma evleri”, sözleşmenin kadını kollamak ve fıtrî haklarını vermekten ziyade, bulunduğu aile ortamında çatışmaya sürükleyerek “yalnızlaştırmakta” olduğunu göreceklerdir. İşin en trajedik ciheti ise, LGBTQ hareketinin bütün sıfat ve nitelemelerini anlaşmaya katarak; hem kadını ve hem de aileyi değersizleştirmesi olmalıdır.
Çatışmaya vesile olacak o kadar tanım ve girişim yer alıyor ki, sözleşmede… Mücerret bıraktığı “psikolojik ve ekonomik” şiddet meselesi, zamanla aile içine atılmış bir bomba vazifesi görecektir. Bildiğimiz üzere; kişinin temel hakları dışındaki hukukta genellikle uzlaşma ve arabuluculuk yolu seçilir. Fakat İstanbul Sözleşmesi bu yolu da kapatarak, çatışmanın boyutlarını bilinçli olarak yükseltiyor.
Amerika’daki aile ile İskandinavya’daki aileler; Asya, Afrika ve Uzakdoğu aileleriyle tek kalıba döktürülmüş ve başlarına da GREVİO’dan gardiyanlar yerleştirilmişler, bu yapılanma ile. Kendilerine bazen “globalciler” dedirten söz konusu zihniyetin, ideolojisi dışında hiçbir “millî renk, gelenek, estetik, inanç ve değişik coğrafya” unsuruna tahammül etmediğini de anlıyoruz. Bu projenin AB ülkelerinin gündeminden önce, BM’lerde, Avrupa Konseyi’nde, Dünya Bankası ve diğer bazı uluslar arası kuruluşların gündemine hangi organizasyonlarca getirildiği araştırıldığı takdirde de, İstanbul Sözleşmesi’nin arkasındaki hareketin asıl sahipleri belli olacaktır. Bu arada, uluslar arası ve devletler üstü kabul edilmiş kuruluşların “demokratikleştirilmesi” hususundaki isteklerimizi bir daha dile getirmiş olalım. Zira demokrasi karşıtı sermayenin dünyanın “millî demokrasilerine en büyük darbeleri“ vurduğu yerler olarak tanımlıyoruz, söz konusu kuruluşları… Dünya Bankası, IMF, BM, Avrupa Konseyi Projeleri, Uluslar arası af ve insan hakları örgütleri, milletler arası çevre ve diğer kabul görmüş bütün örgütlerin âcilen demokratikleşmeleri gerekiyor. Aksi halde bu kuruluşlara servis veren ülkelerin demokrasi iddiaları havada kalıp gülünç duruma düşeceklerdir.
Polonya başta olmak üzere; birçok Avrupa Meclisleri’ndeki LBGT karşıtı hareketler ve kanunî düzenlemeler; mutlaka hükümetimize cesaret vermiştir. Polonya Adalet Bakanı Ziobra’nın; bunlar kendi istekleri doğrultusunda gençlerimizi şekillendirmek istiyorlar, mealindeki sözleri, birçok Avrupalı aydın ve siyasetçinin gözlerini inşaallah açacaktır. Her şeyden önce Rusya’nın bu ideoloji ve tahribatı sivil-toplum perdesi altında düzenleyenlere karşı getirdiği tedbirlerin bize doğru yolu gösterdiğini de düşünüyoruz.
AB ile hiçbir alâkası olmayan “kadın ve aile karşıtı” düzenlemeyi tek bir itiraz şartı koymaksızın imzalayıp hemen tatbikata koyan hükümetin suçu AB’ye atmaya kalkışmasının, Müslümanların mertliğine ve doğruluğuna hiç yakışmadığını da belirtelim…
İstanbul Sözleşmesi’nin sivil-toplumca tartışılamamasını konuşanlar, bu hususun TBMM’de de müzakereye açılmadığını unutuyorlar.
Açılsaydı ne olurdu? Namusuna, geleneğine ve örfüne çok düşkün olan Türk Milleti “bu yüksek değerleri alçaltan ve kabul etmeyen bir sözleşmeye” hiç sessiz kalabilir miydi? “Sözde namus ve din” derken, bin yıllık Türk tarihini ve inancını ayaklar altına sererek, feminizm adına bir milletin bütün değerlerini itibarsızlaştırıp çocuklarının elleriyle çöpe attırmak istendiğini, sonradan anlamış bulunuyoruz.