“Çok mübarek bir zamanın arefesinde, yine siyasî bir yazı” diyeceksiniz… Bin seneden beri İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir milleti Kur’ân’dan koparmak isteyenlerin projelerini anlatmak da makul sayılmaz mı?
Özal’ın Amerika’da Neoliberal-Neocon ittifakıyla hazırladığı projeyi Refah-Yol Hükümeti sulandırınca, “ayar” gerekiyordu. Türk-İslâm sentezi ile bozulan teraziyi kendilerince tamir edeceklerdi. Yani “balans ayarına” ihtiyaç vardı. “Balans ayarı” tabiri ise, Pentagon’daki Neoconların zeki çocuğu Çevik Bir tarafından seslendirilmişti. Somali kahramanı(!) Bosna’da kısa bir müddet vazifelendirildikten sonra genelkurmay başkan yardımcılığına getirilmişti. Süratle terfi ettirilen bu Marksist general, “Siyasal İslâmcılara” monte edilen adamlarıyla, balans ayarı ortamını hazırlamışlardı (Sincan’daki Kudüs Gecesi gibi.)
“12 Eylül mü darbeydi, yoksa 28 Şubat mı?” sorusunu nasıl cevaplardınız? Elbette “12 Eylül” diyecektiniz. Neoliberalleri Davos üzerinden koordineye giderek, dünyanın önemli dört ülkesine siyasî aktörler tayin edilecekti. ABD’ye Ronald Reagan, İngiltere’ye Margaret Thatcher, Almanya’ya Helmut Kohl ve Türkiye’ye ise Turgut Özal… Bu liderlerin partileri kadar kimlikleri de sola karşı göründükleri halde, programlarının özü sosyal Marksizm’di. Zira arkalarındaki demokrasi münafığı “Neoliberaller,” günümüzde de bilinmiyor. Nifak, kamuflaj ve hipnoz maalesef devam ediyor.
Refah-Yol Dönemi’nde devletin önemli kurumlarına yerleştirilmiş 12 Eylülcü bürokratlar; 28 Şubat’ın bir darbe veya kalkışma değil, 12 Eylül Anayasasına sadık kalınarak yapılmış bir ikaz olduğunu söylüyorlar. YÖK, İstanbul Üniversitesi, Yargıtay ve Danıştay temsilcilerinin beyanlarını arşivlerden okuyabilirsiniz. Gel gör ki, Özal’a ve Erbakan’a aldanan ve bu balans ayarı münasebetiyle zarar görenlerimiz öyle düşünmüyorlar. Başörtüsünden, dindarlığından veya başka sebeplerden soruşturma gördüklerinden “darbedir” diyenleri iki grupta ele alıyoruz: Birinci grup; Özal’ın demokrat olmadığını ve 12 Eylül projesinin mahiyetini bilemeyenlerdir. Bazı şeyleri anlatmakta fayda olabilir.
İkinci grubun problemleri farklı… Bunlar, demokrasiye siyasî düşüncelerinden veya dünya görüşlerinden dolayı karşı olanlardır. Onlara göre, 28 Şubat, darbedir ve darbecisi de cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir. Utanmadan yalan söyleyenlere cumhurbaşkanının yetkilerini sorarsanız, yüzleri kızarmadan susarlar. Elbette sıcak para sarmalında hayalî milyarları kazanan “Yeşil Sermaye”yi de bir tarafa not edelim. Anadolu Aslanları ya da Kaplanları’nın Almanya’daki camilerde, gariban ve bilgisiz gurbetçilerden milyar markları hangi usullerle topladıklarına yakından şahit olduk. Emekli olmak üzereyken tüm varlıklarını holdinglere kaptıran binlerce musibetzedenin acıklı sonlarına şahit olduk. 12 Eylülcüler bu sahneleri çok bilinçli oynuyorlardı. Ve tüm günahı da 28 Şubat’ın Marksist-Kemalist general ve militan hukukçularına yüklerlerken, Demirel’i de unutmayacaklardı.
12 Eylül’ün bir Neocon-Neoliberal proje olduğunu daha net anlamak isteyenler, ANAP ile AKP nin kuruluş hikâyelerini anlatan yazılı metinlere ve belgesellere müracaat edebilirler. Delilli ve belgeli bilgilerinize rağmen 12 Eylül’ün proje olduğunu bazı çevrelere anlatamazsınız. Kime meselâ?
Severek 12 Eylül’ü alkışlamış bazı dinî cemaat çevrelerine… Zira onlar 12 Eylül’de yüklerini tutmuş, alkışlanmış, yurt dışına sermaye çıkarmış kimselerdir.
Turgut Özal’a hüsn-ü zan ile bakanlara da anlatamazsınız. Hatta Kemal Derviş’in hatıralarından hareketle, Özal’ın, Dünya Bankası’na asistan olarak alınışını ve sonra kurtarıcı diye Süleyman Demirel’in yanına yerleştirilişini, Popper ve Freedman hayranı bu Anadolu çocuğunun, küreselcilerin elemanı olduğunu kabul ettiremezsiniz.
Tıpkı Davos temsilcisi Cüneyt Zapsu’nun Klaus Schwab’ın elemanı olduğunu anlatamadığınız gibi…
Dindar geçindikleri halde, menfaatleri ve tarafgirlikleri imanlarının önüne geçenlerin darbe olarak “12 Eylül” yerine “28 Şubat”ı kabul etmelerini, yine demokrasi düşmanlıklarına bağlayacağız. Bu meselede, bazı sol grupların 12 Eylül’ü bir bütün olarak görmelerinden mutluluk duyuyoruz. Süreç içinde ANAP ile AKP’yi bir bütünün iki parçası, Özal ile Erdoğan’ı birbirlerinin devamı olarak –belge, delil ve isbat ile– sosyal medyadaki videolarda anlatmaları, demokrasinin lehine gelişen bir hadisedir.
Şu gerçeği biz de kabul ediyoruz: Erdoğan henüz siyasî yasaklı iken ABD’deki tezgâhı Cüneyt aracılığıyla kuruyor. Ve projenin asıl temsilcileri, AKP için Türkiye’ye gelip Erdoğan’ı çeyrek asırlık bir yürüyüşe hazırlıyorlar. Özal şanslı değildi. ABD’deki, üçer aylık iki zayıflama seansı onu ele vermişti. Ayrıca Demirel gibi, demokrat, bilge bir siyasetçi vardı karşısında. Kissinger-Popper ekibinin koordinasyon merkezi Davos henüz bu kadar tesirli değildi. Yani 12 Eylül sürecinin ikinci yarısı, proje açısından daha verimli geçti, diyebiliriz.
NETİCE: 12 Eylül İhtilâli “sosyal devlet düşmanı” Küresel Sosyal Marksistlerin projelerinin bir parçasıdır. AKP ise sadık bekçisi ve Davos emirnamelerinin uygulayıcısıdır. 28 Şubat veya 15 Temmuz gibi ayarlar ise, asıl projenin içindeki icraatlardır. Zira ne Özal ve ne de Erdoğan bu projenin hiçbir esasına dokunmadılar..