Biliyorum, soruyu çok marjinal karşılayacaksınız.
Belki de sevgili okuyucularımız “ma’lûmu i’lâma zorlama” olarak anlayacaklardır. Bakınız, içinde bulunduğumuz şu günler, ahir zamanın en büyük dinlerinden Hıristiyanlığın en mübarek günleri… 24 Aralıktan altı Ocağa kadar. Hıristiyanlık başta olmak üzere bütün semavî dinlere düşman olan “küresel dinsizlik ve tahribat” hareketinin bu günlerde gazeteleriyle, bütün sosyal medyasıyla, kitaplarıyla, siyasetiyle ve hatta din adamlarını kullanarak Semavî dinlere külli bir taarruz içinde olduklarını, Batı medyasını bu gözle taakip edenler mutlaka anlayacaklardır. Bu taarruzlarının geleneksel olduğunu, St. Martin günleriyle başladığını da hatırlatmış olalım.
Semavî dinlerle düşmanlığın temeli, hedefi ve genel organizasyonu “inkâr-ı uluhiyet ve tahrip” olan bir fikrin; bazen feminizme, bezen LGBT haklarına, bazen Diversity yapısına, bazen itilen kakılan göçmen veya serserilerin hukukuna, bazen antisemitizme bürünerek dünya kamuoyunda hâkimiyetini kurmaya koştuğunu, yapbozun parçalarını yanyana getirenler çok kolay anlarlar. Yukarda saydığımız ve dışardan birbirinden ayrı ve bağımsız görünen tüm hareketlerin belli merkezlerden idare edildiğini, bildiğiniz sermayece finanse edildiğini ve yakından tanıdığınız bazı “uluslar arası kuruluşlara” yerleştirilmiş elemanlarıyla desteklendiğini kabul etmediğimiz takdirde; dünyamızı, çevremizi ve insanlığı kendi iktidarları uğruna yok edecek kadar vahşi, gaddar, zalim ve yalancı bir ideoloji ile karşısında –Allah korusun- kaybedeceğimizi baştan belirtmiş olalım. Bu yazdıklarımızı mübalağa, komplo teorisi, aşırı ifade ve korkutma olarak anlamak isteyenlere, Bediüzzaman’ın bu meselelere bakışına, “tekrar göz atabilirler mi” diye istirhamda bulunmak istiyoruz.
Meselenin temelinde semavî din ve ahlâka düşmanlık ve onların prensiplerini yıkmak olunca, feminizm ile “kadının fitne ve ahlâksızlıkta” kullanımının yolu açılarak “müstehcenlik” gündeme gelecektir. Yani önce kadının fıtratını bozacaklar, sonra da onunla hem erkeğin ve hem de bütün sosyal hayatın şirazesini tar ü mar edecekler. Bunun ilk şartı, kadının bozulması olarak 19. Asırda gündeme gelmiş. Yirminci asırda, bilhassa Kuzeyli Yahudilerin sermayeleri ve dehalarıyla bu tahribat sistemleşerek meşhur “dinsizlik okullarında” proje haline getirilmiş. Bu zaviyeden o asırdaki sosyoloji, psikoloji, pedagoji ve felsefenin ahlâkı alâkadar eden konularını, yazılmış eserleriyle birlikte incelediğimizde, Psikanalizim ve bilhassa Viyana Mektebinin bu tahribatla vazifeli olduğunu göreceksiniz.
İnsanın psikolojik ve sosyolojik yapısına müdahaleyi esas alan Viyana Psikanalizm Derneği etrafındaki çalışmaların, “feminizm” açısından incelenmesinde, insaniyete büyük yarar olacağını düşünüyorum. Maksat batılı tasvir elbette değil. Marksist düşüncelere bina edilmiş psikanalizmin hem Batı Avrupa’da ve hem de 1930’lara kadar Sovyetler’deki tatbikatları, günümüzde insaniyetin çekirdeği olan kadına ve aileye el uzatanların mahiyetlerini deşifrede önemli rolü olduğu düşüncesindeyim. Bilhassa Troçki ve Lenin nezaretinde “çocuk çiftliği” kurarak Marksist psikanalizmi Moskova’da uygulayan Vera Schmidt’ten Tatiana Rosental ve Sabine Spielrien’e kadar, Carl Gustav Jung ve bilhassa Freud’u mutlak üstad kabul eden bu feminist psikologların günümüzdeki tahriplerde de rolleri büyüktür. İlginçtir ki, bunlardan bazıları ruhlarındaki boşlukları dolduramadıklarından intihar etmişler. Tıpkı Freud gibi… St. Petersburg’da, arkasında küçücük bir yavru bırakarak hayata veda eden Freud’un talebesi Rosenthal’in hikâyesi hem ibretli ve hem de acıklıdır.
Kadını tesettüründen koparmaksızın, dinsizlerin yüzlerce sosyal projelerinin işlemeyeceğini az çok anlıyoruz. Bunları hem bilimsellik adına üniversitelerde yaptıkları projelerde, hem ekonomi maskesi altında hayatta ve hem de insanlığı ruh ve mana cephesinde çökertecek bütün ahlâkî alanlarda bu insanî tahribatların başarıya ulaşmaları elbette mümkün olamazdı. Bütün zamanlarda, batıl ve sapık ideolojilerin de bir hak veya hakikat noktasına dayanarak yaşama imkânı bulduğunu unutmamamız gerekiyor. Hıristiyanlıkta ifrat ve Yahudilikte tefrit durumundaki “kadın haklarından” istifade, dinsizler için hiçbir zaman Batı’da zor olmamıştır. Hıristiyanların Müslümanlarda olduğu gibi şeriatları, hayatî prensipleri, dinî ölçüleri ve bu dinî ölçüler dâhilinde serpilen gelenek ve kültürleri olmadığından, “hürriyet-i nisvan” hareketinin o topraklarda uygun zemin bularak, kısa bir zamanda “zakkumca” boy attığına şaşmamak gerekiyor.
İnşaallah önümüzdeki zamanlarda, feminizm perdesi arkasındaki tahribatları, yukarıda değindiğimiz sahalara göre canlı örneklerle müşahhaslaştırarak vermeye çalışacağız. Feminizmin “Kadın hürriyetleriyle” alâkalı bir hareket olmadığını, ahir zaman dinsizliğinin arkasına gizlendiği bir maske olduğunu ve “ahir zaman dinsiz ve tahribatçılarının” terör duygusuyla her değeri maksatlarına alet edebileceklerini isbata gayet müsait bir zemin olduğuna inanarak, masum duygularla bu cereyanın arkasına düşenleri ikazın da Müslümanların vazifesi olduğuna inanıyoruz.
Zavallı, kompleks ve cehalet hastalığına kapılmış birkaç kişiden başka “İslâm Dünyasında” hiç feminist kadına rastlayamamamız da, bu meselenin itikadî temellere dayandığını gösteriyor. Kemalizm’in Türk Milletini tam yüz senedir “İslâmî Doğru Bilgilenmeden“ mahrum bıraktığı bizim neslimiz ve takipçilerimiz arasında, yanlışça “Doğru İslâm’daki Kadın hakları ve Kadının doğru statüsündeki” eksikliklerimizi feminizm ile karıştıranlar olabilirler. Bu geçici arızaya takılmamak gerekir. Ülkemizdeki yüzlerce İlâhiyat fakülteleri, İmam Hatip okulları, Dinî Cemaatlerin medreseleri ve Dindar Medyamız, inşaallah kısa bir zamanda bu eksikliğimizi giderecektir. Yeter ki okuma, araştırma ve değerlendirme hakikatinden kopmayalım.
Feminizm özde bir kadın hareketi olsaydı, tesettüre düşman değil, “müdafaacısı” olurdu. Çünkü kadın yirminci yüz yıl boyunca tesettüründen dolayı dünyanın birçok coğrafyasında haksızlığa uğramış. Yaratılışı itibariyle şefkatin zirvesi ve madeni olan kadın, neden kendi arzusuyla örtüsüne bürünen hem cinsiyle savaşsın ki. Onu yalnızlaştırma yolunda önce anne-babasından, sonra evlâdından, sonra bütün akraba ve sosyal çevresinden kopararak, onu “zelil bir heves aleti” derecesine indirenlerin tarafında kalan bir kadın hareketi için; ancak sapık, aklını ve vicdanını kaybetmiş diyebiliriz.
Feminizmin arkasında durarak hürriyet, liberalleşme, özgürlük, özgüven, demokratikleşme ve diversity sloganlarını kullananların, yalnızca küresel semavî din düşmanları ve demokrasi ile savaşan belli bir sermayenin oyuncakları olduklarını, artık milyonlarca medya organizesinden daha açık ve gür bir şekilde duymaya başladık. Biz Müslümanlar, müttefiki olduğumuz Mesihilere karşı servis hizmetlerimizi aksatmadığımız takdirde; ABD ve AB’de kadınlar, ahlâksızlar ve azınlıklar üzerinden demokrasi ile savaşanların bu mücadeleyi kaybedeceklerinden şimdiden emin olabiliriz.