Evet, bu bir iddia değil, hakikattir.
Türkiye’mizde yaşayan seksen beş milyon insanın inançlarına hizmet vazifesini üstlenmiş ve günümüzde bununla yetinmeyip manevî ihtiyaçlar içinde bulunan başta Orta Asya, Rusya Müslümanları olmak üzere, Afrika’nın derinliklerine kadar din hizmetlerini ulaştırmaya çalışan Diyanet’imizi konuşuyoruz. Zira Diyanet teşkilatımız, hükümete bağlı ve sıradan memurların bünyesinde çalıştıkları bir teşkilat değildir. İstihdam ettiği insan sayısı, hitap ettiği on milyonlar ve maddî hizmetleri için kullandığı bütçesini inceleyenler, ne demek istediğimizi daha iyi anlarlar. Misyonunu, vazifelerini ve hizmet alanını hepimiz biliyoruz. Dinsizlik, ahlâksızlık, fukaralık, tembellik, aile, fıtratın korunması, çevre ve toplumun temel ahlâkından da sorumlu olan bu teşkilâtımızın başarısında kullanılan eserler, metotlar ve bunları hazmetmiş istidatlı insanlara bağlı olduğunu biliyoruz.
Peygamberimizin (asm) tasvirlerinden hareketle, ahirzaman olarak kabul ettiğimiz şu dehşetli şartlardaki insanlığın öncelikli problemlerini biliyorsunuz: İmansızlık, sefahat, ahlâksızlık, fukaralık, düşmanlık, fıtratı bozma ve insanların insanlara köle muamelesi gibi manevî hastalıklar… Bin beş yüz seneden beri bu ve buna benzer insanî hastalıkları tedavi eden İslâmiyet, elbette farklı zamanlardaki tefsirlerden, âlimlerden ve âlimlerin geliştirdikleri metotlardan faydalanarak yapmıştır. Bu çerçevede zamanımıza ve zamanımızın dehşetli maddî/manevî hastalıklarına baktığımızda, bu dertlere çarenin –yüz seneyi aşkındır on milyonlarca tecrübe ile görüyoruz- Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri olan Risale-i Nur ile tedavi edildiğini de biliyoruz. İnsanlardan hiçbir karşılık beklememeyi ve yardım etmek isteyenlerin yardımlarını reddederek, tam bir istiğna ve adalet içindeki ömrünü, telif ettiği Kur’ânî hakikatlere uygunca yaşamış bir Bediüzzaman’ın hayatıyla, bu iddiaya en büyük delil olduğuna milyonlarca şahit bulabiliriz… Menfaatlerin, korkuların, maddî/manevî endişelerin ve daha doğrusu dünyanın sağa/sola bükemediği Said Nursî’nin ismini duyan her Batılı ve Doğulu mütehassıs âlim, hürmet içinde onu anıyor ve eserlerini kabul ediyor. Türkiye’mizin manevî cihadda, ilimde, bağımsızlıkta, barışta, iktisatta, izzette ve kahramanlıkta yüksek kimlikleri arasına girmiş bir âlimin Diyanet’imiz için de hem bir kimlik ve hem de medar-ı iftihar olduğu bir gerçektir.
Şöyle bir soru hatıra gelebilir… Peki neden Diyanetimiz bu büyük şahsiyete ve Kur’an tefsirine lâyıkıyla sahip çıkamıyor?
Bu sorunun cevabı elbette çok şıklıdır. Türkiye’mizin bağımsızlığı ile ilgisi var… Ülkemizdeki hürriyetler ve doğru demokrasilerle ilgisi var… Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, mütegallip ülkenin dessasane yardımıyla Türkiye’nin başına musallat edilmiş Kemalizm ile ilgisi var… Kemalizm’i Türkiye’de destekleyen global ihtilalci Marksizm ile ilgisi var… Ve bunlara münafıkane bir şekilde hizmet eden masonlarla ilgisi var… Bütün bu cevaplarla diyoruz ki; Osmanlı’yı, Türkiye’yi ve bin senelik Türk tarihini temsilen mücadele meydanına atılmış Bediüzzaman’ı ve eserlerine bu şartlarda lâyıkıyla sahip çıkmak kolay değildi. Geçmiş yazılarımızda belirttiğimiz gibi; imkânlar ve fırsatlar çıktıkça Diyanet’imiz, bu hakikatleri birçok kürsülerde, mahfillerde, bilirkişi raporlarında, konferanslarda ve etkinliklerde alkışlayarak halkımıza duyurmuştur.
Bütün geçmişteki güzelliklere ilaveten şu noktayı da arz edelim. Globalleşen dünyamız Diyanet’imizi de yeni bir etaba taşıyor. O artık Anadolu sınırları içinde değil, Türkiye Müslümanlarının maddî/manevî destekleriyle ecdadımız gibi dünyanın en ücra köşelerine kadar insaniyeti, İslâmiyeti, imanın güzelliklerini, semavî dinlerdeki işbirliklerini, barışı ve fukaralık ile mücadeleyi taşıyabilecek vetireye giriyor. Küresel hizmetlerinde onu dünyaya tanıtacak eserlere, kimliklere, metotlara ve mücahede tarzlarına ihtiyaç duyacağını hepimiz biliyoruz. İşte bu yeni ve genişleyen dünyada Diyanet’imizin çalışmalarında, zamanımızın hastalıklarını tedavide Risale-i Nur’dan daha tesirli, muvafık, kolay elde edilir ve dünya Müslümanları indinde kıymetli bir tefsir, dinî bir eser veya metodoloji varsa, İslâmiyeti anlatma misyonuyla dünyaya açılan teşkilâtımıza onu sunalım.
Hayır; Kahire, Şam-ı Şerif, Bağdat, Kualalumpur, Java, Delhi, İslâmabad, Tunus, Cezayir ve Mağrip âlimlerinin üniversitelerinde/medreselerinde alkışladığı Risale-i Nur’dan daha kıymetli bir eser şimdilik görünmüyor diyorsak elbette Diyanet’imiz; Türk dilinde yazılmış en muhteşem tefsir olarak da Risale-i Nur’a sahip çıkmaya ve gittiği diyara onu da götürmeye mecburdur. İlim ve mantık bunu gerektiriyor. Tarafgirlikler, boş hissiyatlar, siyasî ve ekonomik menfaat duygular konumuzun dışında kalıyorlar.