Ateş düştüğü yeri yakar. Bebeğini kucağına alamayan anne ile yavrusunu koklayamayan babaların feryatları, kısastaki hayatın yüksek değerini gösteriyor.
Fakat Allah’a imanıyla birlikte Marksist felsefenin çürüttüğü vicdanlarını yitirenler bunu hissedemezler. Onlar kaliteli insandan, kaliteli hayattan, kendisini müdafaa edebilecek güçlü insandan anlarlar. Yeni doğmuşların önemi yoktur. Tıpkı ötenazi ile hastahanelerde öldürdükleri ihtiyar çocuklar gibi… Bu vesile ile acılı anne-babalara Allah’tan sabır diliyoruz. Şehit ebeveynleri olarak Yaratıcılarının huzuruna kabul edileceklerini ümit ediyoruz. Zira müjde var…
Bu yazımızda, insan hayatını pazarlayan materyalist/Kemalist ittifakının Sağlık Sistemimizi getirdikleri dehşetli noktaya işaret etmek istiyoruz. Herşeyi maddede arayan kör vicdanlıların bu satırları anlamaları zor olsa da, mütehayyir kalanlara birkaç sözümüz olacak. Biliyoruz ki; Kemalizm-Neoliberalizm ortak yapımı 12 Eylül ihtilâli sürecinin ülkemizde kırk küsur sene boyunca devam edebilmesi, maalesef onlarla ittifak eden siyasal İslâmcılarla bir kısım milliyetçilerin çabalarıyla olmuştur. Baltanın sapı bizden olmasaydı ne Kemalistler ve ne de küreselci sosyal Marksistler (Neoliberaller) bu programlarını devam ettiremezlerdi. Milleti köleleştirme, fukaralaştırma, servetini global Marksistlere aktarma ve millî tüm sistemlerini tahrip etme projesinin payandaları içerden olmasaydı, Türkiye’miz on defa zincirlerini çözmüştü. Bu acı ve zillet veren hikâyelerin de yazılacağını ümit ederek, başka zamana bırakıyoruz.
Siyasal İslâmcılarla bir kısım Milliyetçilerin tarih olarak medar-ı iftiharları, bildiğiniz gibi ecdadın kurduğu medeniyetlerdir. Bu medeniyetleri taşıyan vakıflardır. Bu vakıfların geçmiş milletlere karşılıksız olarak verdiği hizmetlerdir. İmaretlerdir, şifahanelerdir, medreselerdir, tekyelerdir, darülacezelerdir… Allah’a ve ahirete inanan ecdadımızın malvarlıkları bu vakfiyelere akınca; Konya’mız, Bursa’mız, Edirne’miz, Manisa’mız, Kayseri’miz ve de İstanbul’umuz medeniyetin gülbahçelerine dönüşmüş. Bütün bunları; siyasal İslâmcı ve Milliyetçi politikacılarımız ihtilâlden önce anlatırlardı. Sonra ihtilâl oldu. Türk-İslâm Sentezi kuruldu… Ve ardından Neoliberallerin büyük paraları ülkeye akınca da; “yetmiş sente muhtaç” Türkiye’mizin vitrinleri/mağazaları lüks ithal mallarla doldu. Her taraf renklendi, tâ ekranlara kadar. Neoliberallerin temsilcisinin oğlu renkli TV şirketleri açtı, bazı dindar milliyetçi gazeteler de bu kervana katıldılar… Tâ ki holding oldular ve banka kurdular, bizim eski şeriatçılarımız…
Fakat mevzumuz bu değildi…
Beden ve ruh sıhhatini önde tutan ecdadımızın en fazla dikkat ettiği diğer husus ise cehalet hastalığıyla mücadele olmuş. Bırakın sıradan hayırseverleri; padişahlarımız, valide sultanlarımız, ve paşalarımız bile bu manevî yarışa dahil olarak; kendilerinden yüzyıl sonra da devam edebilecek şartlara haiz vakfiyeler kurmuşlar. Peki, ne oldu bütün bunlar? Büyük kısmı M. Kemal’in tek partili rejimi tarafından satıldı veya çarçur edildi. Elimizde kalanların parmaklarımız sayısınca olduğunu biliyorsunuz. Vakıflar Bakanlığını kaldırırlarken müstebitler, gözlerini vakfiyelere dikmişlerdi.
Olanlar oldu, bu güne gelelim, Neoliberallerle Kemalistlerin Amerika ve İngiltere’den ithal ettikleri paralı eğitim ve sağlık sistemlerini konuşalım. Ailenin en büyük iki zaafı: Sağlık ve eğitim… Aç kalır, açıkta kalır; sevdiğini tedaviye çalışır. Ebeveynler kendilerini mahrum bırakırlar, tâ ki çocukları güzel bir eğitim alsınlar… Değil mi? İşte Neoliberaller bu insanî zaafımızı keşfederek özel okullar ve özel hastahaneler devrini Özal ile birlikte açtılar. “Vatandaşım işini bilir,” fikri de onun değildi, Üstadları Hayek’e aitti. Rekabete dayalı serbest piyasayı açtıkları zaman, çoktan küresel bazda organize olmuşlardı. Dünya Bankasını, IMF’yi ve önemli para piyasalarını avuçlarına aldıktan sonra başlatmışlardı yarışı… Zahiren herkes katılıyordu yarışa, düne kadar tukaka edilen dinî cemaatler bile… Milletin zekâtlarıyla kurulan ilk özel okullar ve hastahaneler, hatta TV şirketleri… Ve sonra piyasa şekillenmeye başlamıştı, özel bankalar ve holdingler…
Mantık uçmuştu. Tarih ise, gericilerin teselli pınarıydı. Globalcilerin sofrasına oturmak için bazı dindarlarımız fetva arayışına girdiler. Bazıları ise dünyamızı “darü’l-harp” ilân ettiler. Daha da rahatlayabilmek için, “Harp hiledir. Cihaddayız”, dediler. Heyhat!
Ülkeyi idare edenler, Türkiye’yi “sağlık turizmi cenneti” olarak dünyaya tanıtıyorlar. Yani; insanı yaşat ki, devlet yaşasın ilkesini böyle anlamışlar. Sağlık bakanlıklarına özel hastahane patronlarını getirmişler, bu güne kadar. Tıpkı özel okullar ve dershaneler zinciri patronunu Eğitim Bakanlığına getirdikleri gibi… Veya en önemli turizm şirketlerine sahip kişiyi de turizm Bakanlığına atadıkları gibi… Önce insan bedeni üzerinden, sonra ruhu üzerinden ve daha sonra da seyahat hürriyetleri üzerinden para kazanan neoliberal hükümetimizin kimliğini incelediğimizde; siyasal İslâmcılık ve milliyetçilik damgalarıyla karşılaşıyorsunuz.
Bu konuyu inşaallah tasrih etmeye devam edeceğiz.