Bundan yüz doksan küsur sene önce Amerika’da; sermayeye ve bilhassa ülke idaresini ellerinde tutan bankalara karşı, millî iradeyi arkasına alarak demokrasi zaferini kazanan Andrew Jackson’ı, Batı demokrasisi daima şükranla yadeder.
O günlerin demokrasi mücadelelerini ve gelişmelerini meşhur Fransız yazarın De la Démocratie en Amérique isimli eserinden taakip edenler, Alexis de Tocqueville’nin Avrupa demokrasisine yardımlarını da göreceklerdir.
İki yüz seneye yakın bir zaman önce, yine Kasım ayının birinci haftasında cereyan etmiş, bu meşhur demokrasi savaşı. Çok ilginç bir tevafuktur ki, bu geçen 5 Kasım seçiminde de Demokrat Jackson’ı kendisine örnek alan Donald Trump, meşhur dinsizlik cereyanlarına ve onlara destek olan büyük sermayedarlara rağmen muhteşem bir zafer elde etti. Ve bu zafer, demokrasinin, partilerin isimlerinin tekelinde olmadığını, dünyayı tamamen işgal hâlindeki küresel istibdadın her türlü popülist hareketin içinde çalıştığını gösterdi. Baba Bush ile George William Bush cumhuriyetçi oldukları hâlde, günümüzde Amerikan Demokrat Partisini ele geçirenlerin dünkü cumhuriyetçilere musallat gücün aynısı olduğunu, bu partinin kahramanların-dan ve programlarından anlıyoruz. Savaş, ihtilâl, LGBTIQ, silah sanayii, fıtrata müdahale, vs.
Devletler ve milletler muharebesi son bulduğu gibi, demokrasilerde veya diğer sivil toplum kuruluşlarında da saflar birbirine iyice karıştı. Amerika’da yaşayan halkın demokrasi tecrübesi kadar, bu mücahededeki şahısların korkusuzca mücadeleleri de takip edenlerin gözlerinden kaçmadı…
Mevzumuza gelelim… Uzun süredir; Kissenger yönetimindeki Neocon Marksistlerle, Karl Popper’in “Açık Toplumcu” çizgisini takip eden Sosyal Marksistlerin koordinasyonunu Avrupa’da gerçekleştiren DAVOS’un (WEF) global gayretleriyle, AB yönetimi kısmen Küreselci Marksistlere kaymıştı. Dünyamızın demokrasi ve barış ümidi olan AB’nin Marksistlerce işgali, hakikaten insaniyet ve demokrasi peşindeki kitleleri kısmen ümitsizliğe sevk edecekti. Meselâ bizde milletin AB’ye olan sempatisi, yüzde yetmiş sekizden yüzde yirmi beşe düşmüştü. Bu hazin durumda Avrupa’nın kanını emen Ukrayna Savaşı, Çin sermayesinin istikrarsızlığı ve nihayet Ortadoğu’daki Filistin-İsrail savaşı AB ülkelerini bunaltmıştı.
Kader AB’nin yardımına ABD’deki demokrasiyi göndermiş oldu.
Belki de demokrasinin fetretten yeniden doğumuna şahit olacağız. 1970’-lerden sonra (Mont Pelerini ekibi olarak bilinen Neoliberaller) demokrasiyi dö-nüştürmeye başladılar. Önce Latin Amerika’da, 1980’den sonra başta Türkiye olmak üzere sessizce Avrupa’ya yöneldiler. Şimdi ise ABD karşısında mağlup olduklarını birlikte görüyoruz. Çok ilginçtir ki, özde komünist demokrasi münâfıklarının savundukları Neoliberalizmi, birçok demokrasi sevdalısı doğru demokrasi ile karıştırdı. Bu zihnî müşeveşiyete bilinçli olarak sebep olanların hedefi, elbette demokrasiyi itibarsızlaştırmaktı. Yani de-mokrasiye tersten hücum edilmişti.
Milliyeti inkâr, tarih-töre düşmanlığı, pazar ekonomisini kutsama, bütün değerleri itibarsızlaştırma, insanlığın zevklerini ve kültürlerini teke indirgeme gibi hususların; hürriyetle değil, istibdatla irtibatlı olduğunu çoğumuz anlayamadık. Dünya kapitalinin çoğunu kontrol ederek ileri teknoloji enstitülerini, ilâç sanayiini, büyük gıda tedarik zincirlerini, medyayı ve bazı ülkelerde yargıyı kuşatan bu cereyanın hipnozunu kırk küsur senedir yaşayan Türkiyemiz de inşaallah bu vesile ile istibdattan kurtulacaktır.
Aslında size bu hafta, AB’nin motoru konumundaki Almanya’da gerçekleşen siyasî depremden bahsetmek istiyordum. ABD-’deki demokrasi hareketinin yirmi dört saat içinde AB küreselcilerini paniğe sevkedeceğini ve bazı hükûmetlerin çökmeye başlayacaklarını kimse beklemiyordu. Onun için başlığımıza; demokrasinin ayak seslerinin müstebit hükümetlere yettiğini de ilâve etmek istemiştik.
Dünyanın küçüldüğü hakikatine, global dünya siyasetinin de iki kulvarda aktığını ilâve etmemiz gerekiyor. Millî kimliklere, dinlere, tarih ve medeniyetlere sahip olanların karşısında, tüm insanî değerleri ve inançları maddîleştiren materyalistlerin küresel siyasetleri… Üçüncü bir taraf şimdilik görünmüyor. Birinci Avrupa’nın veya Hristiyan dünyasının tüm siyasî varlıklarını, tek kişi olan Donald Trump’a ve millî hâkimiyeti uğruna Müslümanlarla ittifak kurmuş Rusya’yı Vladimir Putin’e indirgeyen siyaset telâkkilerinin çocukça olduklarını herkes biliyor. Belki de Küresel Marksistlerin istedikleri şekilde tanımlamaya gidiyorlar, bazıları… Hakikatin bu şekilde olmadığını gelecek yazımızda belirtmeye devam edelim.