27 Mart 2012, Salı
Kitaplara oldukça aşina biri olmama rağmen o zamana kadar henüz bu minvalde bir eser görmemiştim. O sebeple ilk gençlik yıllarımda okuduğum Bediüzzaman’ın hayat hikâyesini anlatan bir kitabı büyük bir heyecan içinde çarçabuk bitirdiğimi hatırlıyorum.
Hayat hikâyesi diyorum, çünkü Üstadın tarihçe-i hayatını bilenler kesinlikle takdir ederler ki; onun hayatı, ancak bir hikâyeye konu olabilecek enteresan ve olağanüstü olaylarla örülüdür. Öyle ki; bir zât bu kadar çok hadiseyi şu kısacık ömrüne nasıl sığıştırabilir diye düşünmekten insan kendini alamaz. İsyanlar, savaşlar, sürgünler, hapisler görmüş bir pir-i fani. Demek bu alelâde bir şahıs olamaz. Yani sadece zeki değil, sadece âlim değil, sadece veli de değil, belki bunların imtizacıyla vücuda gelmiş ve inayet olunan nev'î şahsına münhasır bir zattan bahsolunuyor.
Onun hayatını mütalâa eden bir kişi evvelâ şarkî Anadolu gibi geleneksel İslâmî eğitim kurumları olan medreselerin ve bir tasnife göre halk İslâmı diyebileceğimiz tasavvufun hâkim olduğu bir coğrafyada parlak bir zekâ, yüksek bir anlayış, gözü kara bir cesaret ve değişik bir bakış açısıyla diğerlerinden farklı olduğu her halinden belli olan bir genci görür. Nitekim bu cevval genç artık kabına sığmayarak bir süre sonra adeta dev dalgalar misâli İstanbul sahilini dövmeye başladığında, orada kendi içinde debelenen ve hali hazırdaki felsefenin ortaya attığı batıl nazariyelere karşı bir çıkış yolu bulamayan ve müşkül sorulara cevap vermekte zorlanan bir ulema manzarası ile karşılaşır. Diğer taraftan İstanbul’un işgaliyle Osmanlı Devleti’nin artık inkıraza yüz tuttuğu bir hengâmede müstemleke güçlerinin baş papazının hilâfet-i İslâmiye’den küstahçasına sorduğu suallere karşı verdiği kat’i cevaplarla Bediüzzaman, adeta Osmanlı’nın dünyaya söyleyecek son sözü olur.
Derken gökler aynı gök, yerler aynı yer olduğu halde siyaset aynı siyaset, düşünce aynı düşünce, devlet aynı devlet değildir artık Anadolu’da. Osmanlı Devleti tarihin menekşe kokulu sayfalarında mümtaz yerini alırken, genç Türkiye Cumhuriyeti beynelmilel sahnede çoktan boy göstermeye başlamıştır bile. Said ise bambaşka duygular içinde yuvarlanıp durmaktadır. Nasıl ki evvelce İstanbul’da Yuşa Tepesine çıktığında bir nefis murakabesiyle ruhunda inkılâplar olmuştu. Aynen öyle de Van’da Erek Dağına çıkmasıyla da hayatında ister istemez büyük değişimlere maruz kaldı. Kader onun dağda yaşayan münzevî bir veli olmasına asla müsaade edemezdi ve etmedi. Ama ona bedel Barla’da Çam Dağına çıkararak âlemi alâkadar eden bir vazifeyle tavzif ederek teselli etti.
Asıl hikâye ise bundan sonra başlıyor. Hatta bundan sonrasına hikâye değil destan denilse daha uygun düşer. Zira memlekette siyasî havanın en bulanık olduğu bir zamanda ve sürgün sonrası zorunlu ikametin verdiği kasavet halindeyken adeta küllerinden yeniden doğan bir zümrüdü anka gibi ruhunda takılı bulunan istidatların iyiden iyiye inkişafa başlaması, artık kırk yaşından geçmenin verdiği bir kemal ve dünyadan geçmenin husûle getirdiği bir ihlâs sonucunda ve tam da ihtiyaç anında Kur’ân’ın talimiyle Risâle-i Nurlar olarak şöhret bulmuş bir İlâhî sırlar hazinesi meydana gelir. Hakîm isminin bir cilvesiyle her hâlinde talebelerine ders veren Üstad, ba’sü ba’de’l-mevt manası taşıyan ve yaz mevsiminin mukaddimesi olan bir ilkbaharda ebed tarafına göçtüğünde vefatıyla da bizlere şöyle ders verir: Benim bu fani bedenim fenaya gitmiş olsa da Kur’ân hakikatlerine ayna olan Risâle-i Nur inşallah ölmezler. Benim bu hayat maceram ise uğruna her şeyin feda edileceği Kur’ân hakikatleri uğrunda ödenen küçük bir bedeldir ancak.
Okunma Sayısı: 1348
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.