için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla deh-
şet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i masla-
hatkârâne ve hakîmânesi bozulduğu gibi; aynen öyle de,
dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen
olsaydı, kurun-i ulâ ve vusta fikr-i ahiretten pek az müte-
essir olacaktı ve kurun-i uhra dehşet-i mutlaka içinde bu-
lunup, ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve
ne de havf ve reca içinde ihtiyâr ile itaatkârâne olan ubu-
diyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu. Hem, eğer
muayyen olsa, bir kısım hakaik-ı imaniye bedahet dere-
cesine girer, herkes ister istemez tasdik eder; ihtiyâr ve
irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulur.
İşte bunun gibi çok maslahatlar için, umur-i gaybiye
gizli kaldığından, herkes her dakikada hem ecelini, hem
bekasını düşündüğü için, hem dünyaya, hem ahiretine ça-
lışabildiği gibi; her asırda dahi hem kıyamet kopacağını,
hem dünyanın devamını düşünebildiği için, hem dünya-
nın fânîliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi
imaret-i dünyaya çalışabilir.
Hem de, musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet
başına gelen adam, musibetin intizarında, o gelen musi-
betin belki on mislinden ziyade manevî bir musibet o in-
tizardan çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlâhiye ta-
rafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kev-
niye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, ga-
ipten haber vermek yasak edilmiş.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
asr:
yüzyıl.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açık-
lık.
beka:
bâkîlik, ebedîlik, sonsuzluk.
dehşet-i mutlaka:
mutlak deh-
şet ve korku hâli.
ecel:
her canlının Allah tarafından
takdir edilen ölüm vakti.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
ekser:
pek çok.
fânî:
ölümlü, geçici.
fikr-i ahiret:
ahiret düşüncesi, öl-
dükten sonra dirilme düşüncesi.
gaip:
görünmeyen âlem.
hâdisat-ı kevniye-i gaybiye:
kâ-
inattaki görünmeyen olaylar, hâ-
diseler.
hakaik-ı imaniye:
imana ait ha-
kikatler, imanî gerçekler.
hakîmâne:
hikmetli bir şekilde.
havf:
korku, korkma.
hayat-ı bâkiye:
bâkî olan, sonsuz
hayat, ahiret hayatı.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya ait
olan hayat.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli sebep,
fayda.
hikmet-i iman:
imandaki hikmet,
iman etmedeki maslahat ve fay-
da.
ihtiyar:
irade, tercih.
imaret-i dünya:
dünyayı şenlen-
dirme, tamir etme.
intizar:
bekleme, gözleme.
irade:
bir şeyin yapılmasına da,
yapılmamasına da gücü yeten can-
lının, bunlardan birini ayırıp seç-
mesi ve olması veya olmamasına
belli bir zaman içinde kendi iste-
ğiyle hükmetmesi.
itaatkârâne:
itaat ederek, bo-
yun eğerek.
kıyamet:
bütün kâinatın Al-
lah tarafından tayin edilen bir
vakitte yıkılıp mahvolması.
kıymet:
değer.
Kurun-i uhra:
Son Çağ, Yakın
Çağ
kurun-i ulâ:
İlk Çağ.
kurun-i vusta:
Orta Çağ.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
maslahat:
fayda, maksat.
misil:
kat; eş.
muayyen:
belirli.
musibet:
felâket, belâ.
muvazene-i hakîmâne:
hik-
metli bir şekilde kurulan den-
ge.
muvazene-i maslahatkârâ-
ne:
sulh ve barış içinde bu-
lundurana yakışır şekildeki
denge; sulh ve barış içinde bu-
lundurma ölçüsü, dengesi.
müteessir:
teessüre kapılan,
hüzünlü, kederli, mahzun.
rahmet-i İlâhiye:
Allah’ın son-
suz rahmeti, İlâhî rahmet.
reca:
umma, ümit hâli.
sekerat:
ölmek üzere olan bir
canlının kendinden geçmesi.
sırr-ı teklif:
teklif sırrı, insan-
ların dünyaya gelip Allah ta-
rafından vazifelendirilmeleri-
nin sırrı.
tasdik:
bir şeyin veya kimse-
nin doğruluğuna kesin olarak
hükmetme.
ubudiyet:
kulluk.
umur-i gaybiye:
gaybî işler,
Allah ve Onun bildirdiği kişiler
dışında hiç kimsenin bilmedi-
ği işler.
ziyade:
çok, fazla.
B
eŞinci
Ş
ua
| 916 | Şualar