ve münasebetimiz, denizli Ağır Ceza Mahkemesinin ve
Yüksek Yargıtayın da tasdiki ile, doğrudan doğruya uh-
revîdir. öyle ki, risale-i nur’dan aldığımız fikirle, bu nur-
lu varlıkları hiçbir suretle dünyevî ve maddî kıymetlere de-
ğişmeyiz. Bu, bizde bir iman hâlinde ölünceye kadar ya-
şayacaktır.
Muhterem heyet-i hâkime! Madem ki böyle dehşetli
bir isnat ile burada toplanmış bulunuyoruz; öyle ise şu
ehemmiyetli hakikati beyan etmek, benim için memleket
ve vicdan borcu olmuştur: Yalnız kendi muhitimde risa-
le-i nur’un gösterdiği fevkalâde ıslahat ile bütün halkın
gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda, baş-
ta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin
yollarını öğrenmişler. süflî gidişatları aile saadetine dön-
müş. Şimdi anaları babaları, sebep olanlara dua ediyor-
lar. Vilâyetimiz dâhil ve civarlarında bu kabîlden daha bir
çoklarının hâllerini dinleyiniz. Bahusus denizli hapisha-
nesinde, risale-i nur oraya girmesiyle mahpuslar üzerin-
de öyle bir hüsn-i tesir yapmıştı ki; hâlen bu tesir diller-
de gezmektedir. keza, bu Afyon hapishanesine dâhil ol-
duğum zaman, kimin ile konuşsam, eski hâlleriyle şimdi-
ki hâllerini zikredip minnet ve şükranla nur talebelerine
dua ediyorlar. Bu hakikatler meydandadır. Ben insan
olayım da, bana ve hemcinsime bu derece ahlâkî ve içti-
maî ve uhrevî ıslah edici ve bahusus kitabımız kur’ân’ın
mühim bir tefsiri olan risale-i nur’a ve onun muhterem
müellifine ve vatandaşlarına Müslümanca muhabbet ve
teselli mektubu yazmak, bir siyaset mevzuu olacağına
ahlâkî:
ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
bahusus:
hususiyetle, en çok, he-
le.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
civar:
çevre, yöre, etraf.
dâhil:
girme, içinde olma.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
dünyevî:
dünyaya ait.
ehemmiyetli:
önemli.
fevkalâde:
olağanüstü.
gidişat:
olayların durumu, işlerin
gelişme biçimi, işlerin gidiş tarzı.
hakikat:
gerçek.
hemcins:
aynı cinsten olan, bir
cins.
heyet-i hâkime:
hâkimler heyeti,
hâkimler kurulu.
hüsn-i tesir:
güzel, iyi tesir, etki.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
ıslahat:
düzeltmeler, iyileştirme-
ler, yoluna koymalar, daha iyi hâ-
le getirmek için yapılan işler.
içtimaî:
topluluğa ait, toplumla il-
gili, toplumsal.
iman:
inanç, itikat.
isnat:
dayandırma, mal etme, bir
şeyi bir kimseye ait gösterme.
kabil:
tür, gibi.
keza:
böylece, aynı şekilde.
k
ıymet: değer.
maddî:
madde ile alâkalı, cis-
manî.
madem:
… -den dolayı, böyle
ise.
mahpus:
hapsedilmiş olan, tu-
tuklu.
minnet:
iyiliğe karşı duyulan
şükür hissi.
muhabbet:
ülfet, sevgi, sev-
me, dostluk.
muhabere:
haberleşme.
muhit:
yöre, çevre.
muhterem:
saygı değer, hür-
mete lâyık, saygın.
müellif:
eser telif eden, ya-
zan.
mühim:
önemli, ehemmiyet-
li.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
mütecaviz:
aşkın, fazla, çok.
nurlu:
ışıklı, parıltılı.
saadet:
mutluluk.
siyaset:
hükümet etme, dev-
let idaresi, politika.
suret:
biçim, şekil, tarz.
süflî:
aşağılık, bayağı, adî.
şükran:
iyiliğe karşı gösteri-
len iyi tavır, gönül borcu, min-
nettarlık.
talebe:
öğrenci.
tasdik:
onaylama.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
tesir:
etki.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait, ahiret âlemiyle ilgili.
vicdan:
insanın içindeki iyiyi
kötüden ayırabilen ve iyilik
etmekten lezzet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî bir
his.
vilâyet:
il.
zikir:
anma, bildirme.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 910 | Şualar