Şualar - page 858

asırdaki insanlara rehber olup dalâletten ve materyaliz-
min, maddiyyunluğun ve tabiatperestliğin sürüklediği se-
fahat ve koyu fikir karanlığından kurtaran ve beşeriyete
ebedî saadet ve selâmet çığırlarını kur’ân-ı Hakîm’in fey-
ziyle açan ve nuruyla aşikâr bir şekilde gösteren risale-i
nur külliyatında, isnat edilen suça dair bahisler mevcut
değil ise, cezalandırılmaklığımın adalet esaslarına zıt ola-
cağını, mahkemenizin de kabul edeceği kanaatindeyim.
sorgu hâkimliğinde, “sen risale-i nur’un talebesi imiş-
sin?” denildi.
Bediüzzaman said nursî gibi bir dâhînin şakirdi olmak
liyakatini kendimde göremiyorum. eğer kabul buyurur-
larsa, iftiharla “evet risale-i nur şakirdiyim” derim.
risale-i nur’un emsalsiz müellifi üstadım Bediüzzaman
said nursî, müteaddit defalar gizli düşmanları tarafından
iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de bera-
at etmiştir. risale-i nur külliyatı profesör ve İslâm âlimle-
rinden müteşekkil bir heyet tarafından satırı satırına tet-
kik edilerek bu eserlerin fevkalâde bir vukufiyetle telif edil-
diği ve kur’ân-ı Hakîm’in hakikî bir tefsiri olduğunu bildi-
ren raporlar verilmiştir. Hakikat böyle iken, yine neden
mahkemeye veriliyor? Bu husustaki kat’î kanaatimi şu şe-
kilde arz ediyorum:
adalet:
kanunların eşitlik ilkesine
göre uygulanması.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
arz:
sunma, bildirme.
asr:
yüzyıl.
aşikâr:
açık, belli, meydanda.
bahis:
konu.
berâet:
temize çıkma; bir davanın
neticesinde suçsuz olduğu anla-
şılma.
beşeriyet:
beşerîlik, insanlık.
dâhî:
son derece zeki, anlayışlı,
deha sahibi.
dair:
alâkalı, ilgili.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ay-
rılma, azma, batıla yönelme.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
fevkalâde:
olağanüstü.
feyz:
bolluk, bereket; ihsan, ba-
ğış.
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek.
heyet:
bir topluluğu meydana ge-
tiren kişilerin bütünü, komite.
iftihar:
gurur, övünme.
iftira:
aslı olmadan birine suç yük-
leme, olmayan bir suçu başkasına
yükleme.
isnâd:
dayandırma, mal etme, bir
şeyi bir kimseye ait gösterme.
kanaat:
görüş, fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve faydalar
bulunan Kur’ân.
külliyat:
bir yazarın basılmış eser-
lerinin tamamı.
liyakat:
lâyık olma, ehliyet.
maddiyyun:
maddenin ezelî
ve ebedî olduğuna, sonradan
yaratılmamış bulunduğuna
inananlar, maddeye bağlı ka-
lanlar, maddeciler, materya-
listler.
materyalizm:
maddeden
başka varlık ve kuvvet tanı-
mayan, her şeyi maddede ara-
yan ve her şeyi maddede gö-
ren felsefî görüş, maddecilik.
müellif:
eser telif eden, yazan.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
müteşekkil:
meydana gelen,
meydana gelmiş, kurulmuş,
kurulu.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
profesör:
üniversitede ders
veren hoca, doçentten yüksek
öğretim üyesi.
rapor:
her hangi bir işte, bir
konuda yapılan inceleme ve
araştırma sonucu, düşünceleri
veya gözlemleri bildiren yazı.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
saadet:
mutluluk.
sefahet:
zevk, eğlence ve ya-
sak şeylere düşkünlük, sefih-
lik.
selâmet:
salimlik, eminlik; sı-
kıntı, korku ve endişeden uzak
olma.
şakirt:
talebe, öğrenci.
tabiatperest:
her şeyin kendi
kendine olduğunu veya tabia-
tın meydana getirdiğini iddia
eden, tabiatçı.
tefsîr:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
telif:
kitap yazma, eser ortaya
koyma.
tetkik:
dikkatle araştırma, in-
celeme.
vukufiyet:
vâkıf olma, an-
lama, bir şeyi iyi bilme.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 858 | Şualar
1...,848,849,850,851,852,853,854,855,856,857 859,860,861,862,863,864,865,866,867,868,...1581
Powered by FlippingBook