hocaları ve vehham memurları aleyhimize insafsızca çe-
virdiler. tahminlerince, “Her hâlde çok vesikalar, ema-
reler görülecek. Hem, eski said damarıyla, tahammül et-
meyerek ortalığı karıştıracak” diye kanaatleri varmış. Ce-
nab-ı Hakka hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire
indirdi. Bütün taharrilerde hiçbir cemiyet ve komitelerle
bir alâkamızı bulamadılar. Yoktur ki, bulsunlar. onun için,
savcı iftiralara, yanlış manalara, medar-ı mes’uliyet olma-
yan cüz’î isnatlara mecbur olmuş. Madem hakikat budur,
nurlar ve biz yüzde doksan dokuz derece musibetten ha-
lâs olduk; öyle ise, değil şekva, belki binler şükür etmek-
le inayet-i İlâhiyenin bu cilvesinin tamamını sabır, şükür,
istirhamla beklemeliyiz ve nur dersleriyle bu medresenin
mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarına te-
selli vererek yardım etmeliyiz.
Said Nursî
{{{
(1)
o
¬n
fÉn
ër
Ño
°S /
¬p
ª°r
SÉp
H
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Şiddetli bir ihtar ile bildim ki, sen ve Ahmed Feyzi,
nurun mesleği olan mübareze etmemek ve ehl-i dünya
ile uğraşmamak ve siyasete girmemek ve yalnız lüzum-i
kat’î olduğu zaman kısaca müdafaa etmek haricinde,
pek ziyade ve zararlı mübarezekârâne ve siyasetvari
mahkemedeki okuduğunuz parçalar nurlara çok zarar
Şualar | 845 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
medar-ı mes’uliyet:
sorumluluk
sebebi.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sistem.
musibet:
felâket,belâ.
mübareze:
çatışma, kavga.
mübarezekârane:
kavgalı bir şe-
kilde, kavga edercesine, dövüşe-
rek.
müdafaa:
savunma, koruma.
müştak:
arzulu, fazla istekli, işti-
yak gösteren.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
sabır:
başa gelen üzücü olaylara,
belâ ve âfetlere veya bir haksızlığa
katlanma, tahammül göstererek
Allah’a tevekkül edip sıkıntılara
göğüs germe.
siyaset:
hükümet etme, devlet
idaresi, politika.
siyasetvârî:
siyaset gibi, siyasî bir
ifade ve tavırla.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
şekva:
şikayet.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hal ile Allah’ı hamd
etme.
tahammül:
zora dayanma, kötü
ve güç durumlara karşı koyabilme,
katlanma.
taharri:
arama, araştırma, ince-
leme, tahkik etme.
teselli:
avutma, acısını dindirme.
vehham:
çok şüphe ve vesvese
eden, çok kuruntulu; vehimli, ku-
runtulu.
vesika:
belge, kişinin bir işi yapa-
bileceğini gösteren belge.
ziyade:
çok, fazla.
alâka:
ilgi, ilişki, yakınlık.
aleyh:
karşı, karşıt.
aziz:
muhterem, saygın.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cilve:
tecelli, görüntü.
cüz’î:
küçük, az; kıymetsiz,
önemsiz.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı,
dünya adamı, ahireti düşün-
meyen.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
halâs:
kurtulma, kurtuluş, se-
lamete erme.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
iftira:
aslı olmadan birine suç
yükleme, olmayan bir suçu
başkasına yükleme.
ihtar:
hatırlatma, uyarı.
inayet-i İlâhiye:
Allah’ın yar-
dımı.
isnat:
dayandırma, mal etme,
bir şeyi bir kimseye ait gös-
terme.
istirham:
rica etme.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
komite:
kötü bir maksat için
toplanmış gizli cemiyet.
lüzum-i kat’î:
kesin bir ihtiyaç,
gereklilik.
Madem:
… -den dolayı, böyle
ise.
mecbur:
zorunlu olma, zo-
runda kalma.
1.
Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.