Şualar - page 844

benim mahkûmiyetime bir sebep gösterilmiş. Ben mü-
kerrer dedim ki, her şeyden evvel Ahmed Feyzi onu be-
yan edip –ki, o mektup, kendi hakkındaki mektupları ka-
bul etmemek ve sair bir kısmını tadil etmek lâzımken– lü-
zumsuz onları hiddete getiren şeyleri yazmış. Ben onun
bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat nurlara
zarar gelmemek için cesurâne ve ihtiyatsız hareketten bir
derece çekinmek lâzımdır.
Rab i an
: Feyzi’lerin bir kahramanı olan Ahmed Feyzi
kardeşimiz de, tahirî’nin koğuşu olan medresesinde
aynen tahirî gibi davranmalı. Ve gidenlerin yerinde on-
ların şakirtlerini kur’ân ve nur dersleriyle ve yazılarıyla
teşvik etsin. dün bana gönderdiği yeni talebelerin defter-
leri benim hazin hâlimi sevince tebdil etti, “elhamdülil-
lâh” dedim.
{{{
Bu defa taarruz pek geniş dairede. reis-i Hükûmet ve
hazır kabine, plânlı, dehşetli bir evham ile bir hücum et-
ti. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli
münafıkların yalan jurnalleri ve desiseleriyle bizi hilâfet
komitesiyle ve nakşî tarikatinin gizli cemiyetiyle tam alâ-
kadar, belki pişdar gösterip, hükûmeti büyük bir telâşa
sevk ederek, nurun büyük mecmualarının İstanbul’da
ciltlenip âlem-i İslâm’a intişarını ve gayet makbuliyetleri-
ni bir delil gösterip, hükûmeti korkutup, kıskanç resmî
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cesurâne:
yiğitçesine, cesur bir şe-
kilde, cesaretli olarak, yüreklice,
cesaretle.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
Elhamdülillâh:
Allah’a hamd ol-
sun, Allah’a şükür.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
evham:
vehimler, zanlar, kuşkular,
esassız şeyler, kuruntular.
evvel:
önce.
gayet:
son derece.
hazin:
hüzünlü, acıklı.
hiddet:
öfke, kızgınlık.
hilâfet:
hilafet makamıı, halifelik,
İslâm devlet reisliği.
hücûm:
saldırma.
ihtiyat:
geleceği düşünerek ted-
birli hareket etme.
intişar:
yayılma, yaygınlaşma,
neşrolunma.
jurnal:
ihbar.
kabine:
hükümet, vekiller heyeti,
bakanlar kurulu.
koğuş:
hastahane, kışla, hapis-
hane gibi umumî binalarda çok
sayıda kişinin oturmasına veya
yatmasına mahsus büyük oda.
komite:
encümen, kurul, ko-
misyon.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
mahkûmiyet:
hüküm giyme,
hükümlülük.
makbuliyet:
makbullük, be-
ğenilmişlik, geçerlilik.
mecmua:
tertip ve tanzim
edilmiş şeylerin hepsi, kolek-
siyon.
medrese:
eski dönemde ders
okutulan düzenli öğretim ku-
ruluşu.
mükerrer:
tekrarlanmış, tek-
rar olunmuş.
münafık:
nifak sokan, arabo-
zucu; kalbinde küfrü gizlediği
halde Müslüman görünen.
Nakşî:
Hz. Şah-ı Nakşibend’in
kurduğu tarikat ve bu tarikata
mensup olan.
pîşdâr:
önde giden, öne dü-
şen, öncü.
plân:
bir şeyi gerçekleştirmek
için yapılan düzenleme.
rabian:
dördüncü olarak.
reis-i Hükûmet:
hükümet
başkanı; başbakan.
resmî:
devlet adına olan.
sâir:
diğer, başka, öteki.
şakirt:
talebe, öğrenci.
taarruz:
saldırma, sataşma,
ilişme.
tadil:
doğrultma, düzeltme.
talebe:
öğrenci.
tarikat:
aynı dinden olmakla
birlikte, bazı İlâhî hakikatlere
varma ve Allah’a vasıl olma
yolunda farklı görüş taşıyan-
ların meydana getirdiği toplu-
luk.
tebdil:
değiştirme, başka bir
hale getirme.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 844 | Şualar
1...,834,835,836,837,838,839,840,841,842,843 845,846,847,848,849,850,851,852,853,854,...1581
Powered by FlippingBook