kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız müm-
kün olsa, başka hapse naklolsak, tam selâmet olur.
Sani yen
: onlar, nasıl zorla en mahrem risaleleri en
namahreme okuttular; öyle de, zorla ısrar edip, bizi ce-
miyet yapmaya mecbur ediyorlar. Hâlbuki, cemiyet ve
komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünkü, itti-
had-ı ehl-i iman cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, nurcu-
larda pek halisâne, fedakârâne inkişaf ettiği gibi; ve eski
ecdatlarımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir ha-
kikate nur Şakirtleri o milyonlar kahraman ecdatların-
dan irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedaîlik ile o hakikate
bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve
aşikâr cemiyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu.
demek, şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlâhî onları bize
musallat ediyor. onlar mevhum bir cemiyet isnadıyla zul-
mederler; kader ise, “neden tam ihlâsla, tam bir tesanüt-
le, tam bir ‘hizbullah’ olmadınız?” diye bizi onların elle-
riyle tokatladı, adalet etti.
Said Nursî
{{{
(1)
o
¬n
fÉn
ër
Ño
°S /
¬p
ª°r
SÉp
H
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Evve l â
: sizi teselliye muhtaç bilmiyorum; birbirinizin
kuvve-i maneviyenizi takviye edersiniz, o kâfidir. karşım-
daki levha dahi bana kâfi geliyor. Bu son hücumda, tam
haksız ve kanunsuz, yalnız evhamdan ve zaafiyetten
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli
ve dengeli oluş.
aşikâr:
açık, belli, meydanda.
aziz:
muhterem, saygın.
cemaat:
topluluk, aralarında çeşitli
bağlar bulunan insanlar topluluğu.
cemiyet:
topluluk, birlik.
ecdat:
dedeler, büyük babalar,
atalar.
evham:
vehimler, zanlar, kuşkular,
esassız şeyler, kuruntular.
Evvelâ:
birinci olarak, her şeyden
önce, ilk olarak.
feda:
uğruna verme, kurban olma.
fedaî:
canını esirgemeyen, mühim
bir maksat uğruna canını vermeye
hazır bulunan.
fedakârane:
fedakârca, fedakâr-
lıkla.
hakikat:
gerçek.
halisâne:
temiz kalplilikle, samimî
bir şekilde, sırf Allah rızasını göze-
terek.
hizbullah:
Allah’ın taraftarı, Allah’a
bağlı olan topluluk.
hücûm:
saldırma.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf Al-
lah rızası için yapma.
inkişaf:
manevî bir sırrın veya bir
hâlin görülmesi, keşfolunması.
irsiyet:
soyaçekim.
isnâd:
dayandırma, mal etme, bir
şeyi bir kimseye ait gösterme.
ittihad-ı ehl-i iman:
inanan kim-
selerin birliği, Allah’a inananların
birleşmesi.
kabile:
birlikte yaşayan ve bir sü-
laleden gelen insanlar.
kader:
İlâhî hüküm; Cenab-ı
Hakk’ın takdir ve tayin etmesi.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Allah’ın
kader kanunu.
kâfî:
yeter, elverir.
kanun:
yasa.
kemal-i aşk:
aşkın son derecesi;
tam bir aşk, büyük bir aşk.
komite:
kötü bir maksat için top-
lanmış gizli cemiyet.
kuvve-i manevîye:
manevî güç,
moral.
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
mecbur:
zorunlu olma, zorunda
kalma.
mevhum:
hakikatte olmayan, ve-
him ve hayal ürünü olan.
musallat:
çok rahatsızlık veren,
aşırı derecede sataşan.
nakl:
bir yerde başka bir yere
taşıma, yer değiştirme, ak-
tarma.
namahrem:
mahrem olma-
yan, bir şeyi bilmemesi gere-
ken kişiler.
Nurcu:
Bedîüzzaman Said Nur-
sî’nin eserlerine ve fikirlerine
taraftar olan, Risale-i Nur’ları
okuyup neşreden kimse.
resmî:
devlet adına olan.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî
varlık.
Saniyen:
ikinci olarak.
selâmet:
salimlik, eminlik; sı-
kıntı, korku ve endişeden uzak
olma.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete
ait.
sıddık:
çok doğru, dürüst,
hakkı ve hakikati tereddütsüz
kabullenen.
Şakirt:
talebe, öğrenci.
takviye:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma, teyit ve tasdik
etme.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
teselli:
avutma, acısını din-
dirme.
uhuvvet-i İslâmiye:
İslâm
kardeşliği.
zafiyet:
zayıflık.
zulüm:
haksızlık.
1.
Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 840 | Şualar