zararı olacak, sıkıntıdan gelen hislere kapılmayınız. so-
bamın patlaması bu musibete işaret idi.
Said Nursî
{{{
Aziz, Sıddık Kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed
Feyzi, Sabri!
Ben sizlere bütün kanaatimle itimat edip istirahat-i
kalble kabre girmek ve nurların selâmetini size bırakmak
bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak
biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, nurun erkânlarını
birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var. Madem
sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadâkati-
niz ve nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda
edersiniz; elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz
hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, kat’iyen
bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi; nur daire-
sinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. üç günden
beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu.
Şimdi kat’iyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir
nazlanmak, sizin gibilerin mabeyninde hayat-ı nuriyemi-
ze bir bomba olur. Hatta size bunu da haber vereyim:
geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış.
Şimdi, mabeyninizde az bir yabanîlik atmaya çabalıyor-
lar. Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziya-
de zahmet çektiğim hâlde, sizden hiçbirinizin kusuruna
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
aziz:
muhterem, saygın.
cüz’î:
küçük, az.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
erkân:
rükünler, esaslar, ileri ge-
lenler.
feda:
gözden çıkarma, uğruna
verme.
gayet:
son derece.
hayat-ı Nuriye:
:iman ile nurlu
olan hayat; Risale-i Nur ile
meşguliyetle geçen hayat.
hissiyat:
hisler, duygular.
ihtimal:
olabilirlik.
istirahat-i kalp:
kalp rahatlığı,
kalbin dinlenmesi, iç huzuru.
iş’ar:
anlatma, bildirme; yazı
ile haber verme.
itimat:
dayanma, güvenme.
kabir:
mezar.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin
olarak, kesinlikle.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin
olarak, kesinlikle.
kuvvet-i sadâkat:
doğruluğun
ve birbirine bağlı olmanın kuv-
veti.
mabeyn:
ara.
madem:
… -den dolayı, böyle
ise.
mukteza:
iktiza eden, gere-
ken.
musibet:
felâket, belâ.
mükellef:
sorumlu ve yü-
kümlü olan, bir şeyi yapmaya
mecbur olan, vazifeli.
plân:
bir şeyi gerçekleştirmek
için yapılan düzenleme.
resmen:
resmî olarak, resmî
bir şekilde.
selâmet:
salimlik, eminlik; sı-
kıntı, korku ve endişeden uzak
olma.
sıddık:
çok doğru, dürüst,
hakkı ve hakikati tereddütsüz
kabullenen.
yabanî:
görgüsü olmayan,
kaba.
zahmet:
sıkıntı, eziyet, meşak-
kat.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 796 | Şualar