veriyor, en mahrem sırlarını en namahremlere çekinme-
yerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sı-
kıntılarımızı kinin gibi bir acı ilâç bilip, sabır ve şükretme-
liyiz, “Yâ Hû! Bu da geçer” demeliyiz.
Sani yen
: Bu medrese-i Yusufiyenin nazırına yazdım:
Ben rusya’da esir iken, en evvel, Bolşevizmin fırtınası,
hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i kebiri da-
hi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıy-
la yâd edilen mahpuslardan çıkmasına binaen; biz nur
Şakirtleri, hem eskişehir, hem denizli, hem burada,
mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. eskişehir
ve denizli’de tam faydası görüldü. Burada daha ziyade
fayda olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde nurun ders-
leriyle geçen fırtınacık
(HaşİYe)
yüzden bire indi. Yoksa ih-
tilâftan böyle hâdiselerden istifade eden ve fırsat bekle-
yen haricî muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın
çıkacaktı.
Said Nursî
{{{
(1)
o
¬n
fÉn
ër
Ño
°S /
¬p
ª°r
SÉp
H
Aziz, Sıddık, Sarsılmaz, Sıkıntıdan Usanıp
Bizlerden Çekilmez Kardeşlerim!
Şimdi maddî, manevî bir sıkıntıdan nefsim sizin hesa-
bınıza beni mahzun eylerken, birden kalbe geldi ki, hem
Şualar | 793 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
mahzun:
hüzünlü, kederli, kaygılı,
dertli, üzüntülü.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
medrese-i Yusufiye:
Yusuf’un
medresesi, Hz. Yusuf’un (a.s.) iftira,
haksızlık ve zulüm ile hapiste kal-
masından kinaye olarak, iman ve
Kur’ân’a hizmetinden dolayı tevkif
edilenlerin hapsedildiği yer mana-
sında, hapishane.
muzır:
zararlı, zarar veren.
nam:
ad.
namahrem:
mahrem olmayan, bir
şeyin bilmemesi gereken kişilerin
bilmesi.
nazik:
narin, ince; dikkat gerekti-
ren, önemli.
nazır:
nezaret eden, bakan, göze-
ten.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe de kö-
tülüğe de meyli olan duygu.
sabır:
başa gelen üzücü olaylara,
belâ ve afetlere veya bir haksızlığa
katlanma, tahammül göstererek
Allah’a tevekkül edip sıkıntılara
göğüs germe.
saniyen:
ikinci olarak.
serseri:
ötede beride başı boş ge-
zen, işsiz, güçsüz.
sıddık:
çok doğru, dürüst, hakkı
ve hakikati tereddütsüz kabulle-
nen.
sır:
gizli hakikat.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hâl ile Allah’ı hamd
etme.
yâ Hû:
ey Allah’ım.
yâd:
anma.
zemin:
yer.
ziyade:
çok, fazla.
aşikâren:
aşikâr olarak, açıkça.
aziz:
muhterem, saygın.
binaen:
… -den dolayı, bu se-
bepten.
Bolşevizm:
Hürriyet adına bü-
tün insanî değerleri tahribe
yönelerek, hiç bir kanun, ölçü,
değer tanımaksızın sosyalist
hedeflere varmayı benimse-
yen görüş.
cereyan:
akım, fikir, sanat
veya siyaset hareketi.
esir:
savaşta düşman eline dü-
şen kimse, tutsak.
evvel:
önce.
faide:
fayda.
hâdise:
olay.
hakikat:
gerçek.
haricî:
ecnebi, yabancı.
haşiye:
dipnot.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyi-
leştirme, düzeltme.
ihtilâf:
anlaşmazlık, uyuşmaz-
lık, bir konuda farklı görüş ve
düşünüş, fikir ayrılığı.
İhtilâl-i Kebir:
Büyük Fransız
İhtilâli.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
kinin:
.
maddî:
madde ile alâkalı, cis-
manî.
madem:
… -den dolayı, böyle
ise.
mahpus:
hapsedilmiş olan, tu-
tuklu.
1.
Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.
HaşİYe:
Bu fırtına ise: Afyon hapsinde bir isyan çıktı, hiçbir nur tale-
besi karışmadı.