iş’ar var. güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam ede-
cek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmî
ve siyasî göstereceğim diye, benim konuşmama bahane-
lerle mâni oluyorlar. Hatta, sorguda bir suale karşı de-
dim: “tahattur edemiyorum.” o hâkim taaccüp ve hay-
retle dedi: “senin gibi fevkalâde acip zekâvet ve ilim sa-
hibi nasıl unutur?” onlar risale-i nur’un harika yüksek-
liklerini ve ilmî tahkikatını benim fikrimden zannedip deh-
şet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya,
benimle kim görüşse, birden nurun fedakâr bir talebesi
olur. onun için beni görüştürmüyorlar. Hatta diyanet re-
isi dahi demiş: “kim onunla görüşse, ona kapılır; cazibe-
si kuvvetlidir.”
demek şimdi işimi de sizlere bırakmaya maslahatımız
iktiza ediyor. Ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım
benim bedelime sizin meşveretinize iştirak eder; o kâfi-
dir.
İ k i nc i Sebep
: Başka vakte bırakıldı. Amma ihtar-ı
manevînin kısa bir işareti şudur: Bana yirmi beş sene si-
yaseti ve gazeteleri ve sair çok fânî şeyleri terk ettiren ve
onlarla meşguliyeti meneden gayet kuvvetli bir vazife-i uh-
reviye ve tesirli bir hâlet-i ruhiye benim bu meselenin te-
ferruatıyla iştigal etmeme kat’iyen mâni oluyorlar. sizler
bazen, ara sıra iki dava vekilinizle meşveretle benim vazi-
femi dahi görürsünüz.
{{{
Şualar | 777 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
iştirak:
ortaklık etme, katılma.
kâfi:
yeter, el verir.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin olarak,
kesinlikle.
mâni:
engel.
mâni:
engel.
maslahat:
uygun iş, yerine göre
icap eden davranış.
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
mesele:
önemli konu.
meşguliyet:
meşgul olma, bir iş
yapma.
meşveret:
işlerin konuşup anlaşma
yoluyla halledilmesi, bir konu hak-
kında çeşitli ve ehil şahıslardan
fikir alma.
müdafaat:
müdafaalar, savunma-
lar.
reis:
başkan.
sair:
diğer, başka, öteki.
siyaset:
hükümet etme, devlet
idaresi, politika.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete ait.
sual:
soru.
taaccüp:
şaşma, hayret etme, şa-
şakalma.
tahattur:
hatırlama, hatıra getir-
me.
tahkikat:
araştırmalar, soruştur-
malar.
talebe:
öğrenci.
teferruat:
ayrıntılar, dallar, bö-
lümler.
vazife:
görev.
vazife-i uhreviye:
ahirete ait va-
zifeler.
vekil:
başkasının yerine ve adına
hareket eden, konuşan.
zekâvet:
zekilik; çabuk anlama,
kavrama kabiliyeti.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
amma:
ama, lâkin, ancak.
bahane:
asıl sebebi gizlemek
için ileri sürülen uydurma se-
bep.
bedel:
bir şeyin yerini tutan,
karşılık.
cazibe:
cezp edicilik, çekicilik.
dehşet:
büyük korku hâli,
korkma, ürkme.
diplomat:
millet meseleleri ve
siyaset noktasında söz sahibi
olan.
Diyanet:
diyanet işleri teşki-
lâtı.
fânî:
ölümlü, geçici.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
fevkalâde:
olağanüstü.
gayet:
son derece.
güya:
sanki.
hâkim:
kanun uygulayan kim-
se, yargıç.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh
hâli, psikolojik durum, insanın
manevî hâli, iç durumu.
harika:
olağanüstü.
ihtar-ı manevî:
manevî uyarı,
bildirim; Cenab-ı Hakkın imana
ve Kur’ân’a ait meselelerde
kullarını uyarması.
iktidar-ı ilmî:
ilme ait iktidar,
ilmî güç ve kudret.
iktidar-ı siyasî:
siyasete ait
iktidar, siyasetle ilgili güç.
iktiza:
lâzım gelme, gerekme.
ilim:
bilgi, marifet.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
ilzam:
susturma, cevap vere-
mez hâle getirme.
iş’ar:
anlatma, bildirme; yazı
ile haber verme.
iştigal:
bir işle uğraşma, meşgul
olma.