Hem, said, “nurlar bir sadaka-i makbule gibi be-
lâların def’ine bir vesiledir” deyip, muhtaçları nur-
lara teşvik için bazı fevkalâde ihsanat-ı İlâhiyeyi bir
nevi keramet-i nuriye ve bir lem’a-i mu’cize-i
kur’âniyeyi, hakikatlerinin bir tefsiri olan nurlara
in’ikâs etmiş demesinin ve izhar etmesinin sebebi
ise; bu millet ve vatana tam bir hizmet-i imaniye
yapmak için, o ikramat-ı İlâhiyeyi bazen yazar-tâ
nurlara itimat ve hüccetlerine kanaat gelsin. Yok-
sa bu kadar insafsız muarızlara ve evhamlı memur-
lara karşı, zayıf, fakir ve garip bîçare, bu kudsî hiz-
met-i milliye ve vataniyeyi yapamazdı. Bin dereden
su toplayan ve habbeyi kubbeler yapan iddiacı gi-
biler mâni olurdu. nurların makbuliyetine imza ba-
san ve şahadet eden bine yakın işarat-ı gaybiye ve
emarat ve vakıatı,
Sikke-i Gaybiye
mecmuası delil-
leriyle ispat etmiş. Bin ince ipler toplansa, koca bir
hâlât olur.
Hata 88:
İddiacı der: nur, tefsir değil, hem bazen aki-
deye muhalif gider.
Cevap:
tefsir iki kısımdır:
Biri
ibaresini izah eder,
biri
de hakikatlerini ispat eder. nurlar bu ikinci kısım
tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna
ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve
Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik
âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik
hocalarının nurları tasdik edip ilişmemeleri ve
akide:
iman, inanılan ve itikat edi-
len esas, inanç.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
belâ:
musibet, sıkıntı.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
def:
mâni olma, kovma, ortadan
kaldırma.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
ehl-i dikkat:
dikkatliler, dikkat sa-
hipleri.
ehl-i dirayet:
zekâ, bilgi ve kavrayış
sahibi olanlar.
emarat:
emareler, alâmetler, ni-
şanlar.
evham:
vehimler, zanlar, kuşkular,
esassız şeyler, kuruntular.
fevkalâde:
olağanüstü.
garip:
kimsesiz, zavallı.
habbe:
tahıl tanesi.
hakikat:
gerçek, esas.
hâlât:
kalın ip, urgan.
Haremeyn-i Şerifeyn:
iki mukad-
des şehir, Mekke-i Mükerreme ve
Medine-i Münevvere.
hizmet-i imaniye:
imana ait hiz-
met, iman ve Kur’ân hakikatlerinin
ikna edici ve ilmî delillerle anlaşıl-
masına hizmet etme.
hizmet-i milliye:
millî hizmet.
hizmet-i milliye ve vataniye:
va-
tan ve millet hizmeti.
hüccet:
delil.
ibare:
metin, cümle veya bir kaç
cümleden oluşan söz grubu.
iddia:
davaya kalkışma, dava etme.
ihsanat-ı İlâhiye:
İlâhî ihsanlar;
Cenab-ı Hakkın mahlûkatına ihsan
ettiği bütün nimetler, ikramlar,
hediyeler, bağışlar.
ikramat-ı İlâhiye:
Cenab-ı Hakkın
ikramları, nimetleri, bağışları.
in’ikâs:
aksetme, yansıma.
işarat-ı gaybiye:
gaypla ilgili işa-
retler; Hz. Peygamber, müçtehit
imamlar tarafından gayba ait ve-
rilen haberler, işaret yolu ile yapılan
açıklamalar.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
itimat:
dayanma, güvenme.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir
konuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz
anlatma.
izhar:
ortaya koyma, açığa çı-
karma, gösterme.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
keramet-i Nuriye:
Risale-i
Nur’a ait keramet.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
kubbe:
gökyüzü, sema.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lem’a-i mu’cize-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı.
makbuliyet:
makbullük, be-
ğenilmişlik, geçerlilik.
mâni:
engel.
mecmua:
tertip ve tanzim edil-
miş şeylerin hepsi, koleksiyon.
muarız:
muhalefet eden, karşı
çıkan, muhalif.
müdakkik:
tetkik eden, ince-
leyen, inceden inceye araştı-
ran.
muhakkik:
tahkik eden, ger-
çeği araştırıp bulan, bir şeyin
iç yüzünü inceleyerek vakıf
olan.
muhalif:
zıt, karşıt, aykırı.
nevi:
çeşit, tür.
sadaka-i makbule:
Allah ta-
rafından hoş karşılanmış, kabul
edilmiş sadaka.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
vakıat:
vakıalar, olaylar, hâdi-
seler.
vesaire:
ve başkaları, bunun
gibileri.
vesile:
aracı, vasıta.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 674 | Şualar