Eğer deseni z
: “seni serbest bıraksak ve tarassut ve
nezaret etmesek, derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içti-
maiyemizi bulandırabilirsin.”
Ben de der im
: Benim derslerim, bilâistisna bütünü
hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mu-
cip bir madde bulunmamış. kırk-elli bin nüsha risale, o
derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği hâl-
de, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olma-
dığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mu-
cib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi
ittifakla beraatimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatı-
rı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip, yal-
nız kanaat-i vicdaniye ile yüz yirmi mevkuf kardeşlerim-
den yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î
bir hüccettir ki, bana ve risale-i nur’a ilişmeniz, manasız
bir tevehhümle çirkin bir zulümdür. Hem, daha yeni der-
sim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki, nezaretle tadiline
çalışsanız.
Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden
beri lüzumsuz ve haksız ve faydasız tarassutlar artık ye-
ter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zaafiyetinden, şim-
diye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var.
“Mazlumun ahı, tâ Arşa kadar gider” diye bir kuvvetli ha-
kikattir.
sonra, o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan
bedbahtlar dediler: “sen, yirmi senedir bir tek defa tak-
kemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
arş:
göğün en yüksek katı.
bahane:
yalandan özür, asıl sebebi
gizlemek için ileri sürülen uydurma
sebep.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz, zavallı.
beddua:
bir kimsenin kötü olması
için dua, kötü dua.
beraat:
temize çıkma; bir davanın
neticesinde suçsuz olduğu anla-
şılma.
bilâistisna:
istisnasız, ayırt etmek-
sizin.
ceza:
suç, kusur, veya yanlış ha-
reket sonunda tatbik edilen mü-
eyyide; ceza: karşılık, azap.
cihet:
yön.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
faide:
fayda.
hakikat:
gerçek, esas.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal hayat,
toplum hayatı.
hüccet:
delil.
hürriyet:
serbestlik, hür oluş.
ihtimal:
olabilirlik.
ittifak:
birleşme, fikir birliği
etme.
kanaat-ı vicdaniye:
vicdanî
kanaat, vicdana ait fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
mahkeme:
hüküm yeri: da-
vaların görülüp hükme bağ-
landığı yer.
makam:
büyük memuriyet,
mevki.
mazlum:
zulüm görmüş, hak-
sızlığa uğramış.
menfaat:
fayda.
mevkuf:
tevkif edilmiş, hap-
sedilmiş, tutuklu.
mucib-i mes’uliyet:
mes’uliyet
gerektirici, sorumluluk gerek-
tiren.
mucip:
icap eden, uyan, gere-
ken, gerektiren.
nezaret:
gözetme, bakma,
kontrol etme.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
sır:
gizli hakikat.
tadil:
doğrultma, düzeltme, as-
lına uygun şekilde değiştirme.
tarassut:
gözetme, gözleme,
gözle takip etme, dikkatle bak-
ma.
tevehhüm:
vehimlenme, ku-
runtuya kapılma; gerçekte var
olmayanı var kabul etme, yok
olanı var zannetmekle ümit-
sizliğe ve korkuya düşme.
vaziyet:
bir kimse veya şeyin
durumu, hâli.
zalim:
zulmeden, acımasız ve
haksız davranan.
zulüm:
haksızlık, eziyet, cefa,
işkence.
o
n
i
kinci
Ş
ua
| 472 | Şualar