kanuna bağlanmaz. eskiden bağlanmasıyla içtimaî keş-
mekeşler olmuştur” dedi. Ben de derim ki:
din, yalnız iman değil; belki, amel-i salih dahi dinin
ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarap gi-
bi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günah-
ları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis kor-
kusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü
kâfi gelir mi? o hâlde, her hanede, belki herkesin yanın-
da daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, ser-
keş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte risa-
le-i nur, amel-i salih noktasında, iman canibinden, her-
kesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur.
Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle
fenalıktan kolayca kurtarır.”
Hem, makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde
kerametkârâne bir tevafukunun imza edilmesiyle “bir ce-
miyet efradı” diye manasız bir emare beyan etmiş. Aca-
ba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi
imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? eskişehir’de aynı böy-
le bir vehim oldu. Cevap verdiğim ve Mu’cizat-ı Ahmedi-
ye risalesini gösterdiğim zaman taaccüple karşıladılar.
eğer mabeynimizde dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu de-
rece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nef-
retle benden kaçacak idiler. demek, nasıl ben ve biz,
İmam-ı gazalî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünkü
uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de, bu masum
ve safî ve halis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman
Şualar | 465 |
o
n
i
kinci
Ş
ua
mabeyn:
ara.
makam-ı iddia:
mahkemede bir
hakkın sabit olduğunu dava eden
(savcı.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
masum:
suçsuz, günahsız, saf, te-
miz.
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
mu’cizat-ı ahmediye:
Peygamber
Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği
mu’cizeler.
nefis:
kişinin kendisi, şahsı.
nevi:
çeşit, tür.
safî:
samimî, saf.
serkeş:
baş kaldıran, itaat etmeyen,
asi.
sirkat:
hırsızlık, çalma.
taaccüp:
şaşma, hayret etme, şa-
şakalma.
tevafuk:
uyma, uygunluk, birbirine
denk gelme.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma; gerçekte var olma-
yanı var kabul etme, yok olanı
var zannetmekle ümitsizliğe ve
korkuya düşme.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
ünvan:
ad, isim, lâkap.
vehim:
sebepsiz korku, belirsiz ve
manasız korku.
zina:
aralarında nikâh olmayan
kadın ve erkek arasındaki cinsî
münasebet, nikâhsız çiftleşme, fu-
huş.
amel-i salih:
Allah rızasına uy-
gun hayırlı iş, dine uygun ha-
reket, davranış.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
canip:
yan, yön, cihet, taraf.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cüz:
kısım, parça, bölük.
dindar:
dinî kaidelere hakkıyla
riayet eden, dininin emirlerini
yerine getiren, mütedeyyin.
dünyevî:
dünyaya ait.
efrat:
fertler.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
esnaf:
bir sanatla veya dük-
kâncılıkla geçinen (kimse.
fevkalâde:
olağanüstü.
gazab-ı İlâhî:
Allah’ın gazabı,
İlâhî gazap.
günah:
Allah’ın emirlerine ay-
kırı davranış, uygunsuz fiil, dinî
suç.
hafiye:
saklı ve gizli olayları
araştıran polis.
halis:
saf, samimî.
han:
yolcuların misafir olduğu
bina, kervansaray, eski tarz
otel.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal ha-
yat, toplum hayatı.
içtimaî:
topluluğa ait, toplumla
ilgili, toplumsal.
iman:
inanç, itikat.
irtibat:
bağlantı, münasebet.
kâfi:
yeter, kâfi gelir.
kanun:
yasa.
katl:
öldürme, katletme.
kemal-i nefret:
nefretin son
derecesi, tam nefret.
kerametkârâne:
kerametli bir
şekilde, keramet gösterircesi-
ne.
keşmekeş:
karışık olma du-
rumu, karışıklık.