Hem ehl-i vukuf, “said nursî’nin yüzde doksan risale-
si, hem samimî, hem hasbî; hem ilim ve hakikat ve din
esaslarından hiç bir cihetle ayrılmamışlar. Bunlarda, dini
alet etmek veya cemiyet teşkil etmeye, emniyeti ihlâl ha-
reketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirtlerin birbiriyle ve sa-
id nursî’yle muhabere mektupları da bu nevidendirler.
Beş-on mahrem ve şekvalı ve gayr-i ilmî olan risalelerden
başka bütün risaleleri, her biri bir ayetin tefsiri ve bir ha-
dis-i şerifin hakikati namına yazılmışlardır. din, iman, Al-
lah, peygamber, ahiret akidelerini ve ibarelerini açıkça
anlatmak için temsiller ile yazılmış ve ilmî görüşleri ve ih-
tiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütler ve hayat tecrübesin-
den alınmış ibretli vak’aları ve faydalı menkıbeleri ihtiva
eden mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir.
Hükûmete ve idareye ve asayişe ilişecek hiç bir ciheti yok-
tur” diye müttefikan karar vermişlerdir.
İşte, makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna
bakmayarak, eski ve müşevveş ve nakıs rapora binaen,
acip tarzlarda bizi ittiham etmesinden hakikaten
fevkalhad müteessir bulunmaktayız. Bu insaflı mahkeme-
nin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız.
Hatta –temsilde hata olmasın– bir Bektaşîye, “ne için
namaz kılmıyorsun?” demişler. o da, “kur’ân’da
(1)
n
Iƒ '
?° s
üdG Gƒo
Hn
ôr
?n
J n
’
var” demiş. ona demişler: “Bunun ar-
kasını, yani
(2)
…n
QÉn
µ°o
S r
º o
àr
fn
Gn
h
’yı da oku” denildiğinde, “Ben
hafız değilim” demiş olması kabîlinden, risale-i nur’un
Şualar | 463 |
o
n
i
kinci
Ş
ua
men ezberleyen ve okuyan kim-
se.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikaten:
hakikat olarak, doğrusu,
gerçekten.
hasbî:
karşılıksız, Allah rızası için,
gönülden, isteyerek.
ibare:
bir fikri anlatan bir veya
birkaç cümlecik yazı.
ibret:
bir olaydan, kötü bir du-
rumdan ders alma, ders çıkarma.
idare:
bir kuruluşun işlerini yürü-
tenlerin hepsi, yönetici topluluk.
ihlâl:
bozma, zarar verme.
ihtiva:
içine alma, kapsama.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
iman:
inanma, itikat.
ittiham:
suç altında bulunma, töh-
metli olma, töhmet altında olma.
kabil:
tür, gibi.
mahkeme:
hâkimler heyeti.
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
makam-ı iddia:
mahkemede bir
hakkın sabit olduğunu dava eden
(savcı.
menkıbe:
meşhur kimselerin hâl-
lerine, yaşayışlarına ve olağanüstü
durumlarına dair yazılı veya sözlü
hikâyeler.
mevcut:
var olan, bulunan, olan.
muhabere:
haberleşme, mektup-
laşma, yazışma.
müsellem:
doğruluğu, gerçekliği
herkes tarafından kabul edilen.
müşevveş:
teşevvüşe uğramış,
düzensiz, karmakarışık.
müteessir:
teessüre kapılan, duy-
gulanmış, etkilenmiş.
müttefikan:
ittifak ederek, hep
beraber, birlikte.
nakıs:
noksan, eksik, tam olma-
yan.
nam:
ad, isim.
nevi:
çeşit, tür.
peygamber:
Allah tarafından haber
getirerek İlâhî emir ve yasakları
insanlara tebliğ eden elçi, nebî.
samimî:
içten, candan, gönülden.
sarih:
açık, âşikar.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şekva:
şikâyet, yakınma, hoşnut-
suzluk, memnuniyetsizlik.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tecrübe:
yaşayarak elde edilen
iyi veya kötü kazanımlar.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakımından
izahı, Kur’ân’ın şerhi.
temsil:
benzetme.
teşkil:
oluşturma, şekillendirme.
vak’a:
vuku bulan, olan, olup geçen
şey, hâdise, olay.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra başlayıp ebediyen devam
edecek olan ikinci hayat.
ahlâkî:
ahlâkla ilgili, ahlâka
ait, ahlâka mensup.
akide:
iman, inanılan ve itikat
edilen esas, inanç.
asayiş:
emniyet; korku ve
endişeden uzak olma.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
Bektaşî:
Hacı Bektaş Velî tari-
katine mensup kişi.
binaen:
… -den dolayı, bu se-
bepten.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cihet:
yön.
ehl-i vukuf:
bir mesele hak-
kında bilgi ve yetki sahibi olan-
lar, hâkimler.
emniyet:
eminlik, güvenlik,
korkusuzluk.
faide:
fayda.
fevkalhad:
haddinden fazla,
pek çok, haddin ötesinde, üs-
tünde.
gayr-i ilmî:
ilim dışı, ilme da-
yanmayan, ilmî olmayan.
hadis-i şerif:
Peygamberimiz-
den aktarılan sözlerin genel
adı.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tama-
1.
Namaza yaklaşmayın… (Nisâ Suresi: 43.)
2.
Siz sarhoş iken… (Nisâ Suresi: 43.)