Bi r inc i s i
: eskiden beri benim talebelerim, benim ile
kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları; bir cemiyet vehmi-
ni vermiş.
İ k inc i s i
: risale-i nur’un bazı şakirtleri, her yerde bu-
lunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişme-
yen ve cemaat-i İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerin-
den bir cemiyet zannedilmiş. Hâlbuki, o mahdut üç-dört
şakirdin niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hiz-
met-i imaniyede halis bir kardeşlik ve uhrevî tesanüttür.
Üçüncüsü
: o insafsızlar, kendilerini dalâlet ve dün-
yaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunları-
nı kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki:
“Her hâlde said ve arkadaşları, bizlere ve hükûmetin
bizim medenîce nameşru hevesatımıza müsait kanunla-
rına muhaliftirler. öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasiye-
dirler.”
Ben de derim: Hey bedbahtlar! dünya ebedî olsaydı;
ve insan, içinde daimî kalsaydı; ve insanî vazifeler yalnız
siyaset bulunsaydı; belki bu iftiranızda bir mana buluna-
bilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risale-
de on cümle değil, belki bin cümleyi, siyasetvari ve mü-
barezekârâne bulacaktınız. Hem farzımuhal olarak, eğer
biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına
ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye ki, şeytan
da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul etti-
remez. Haydi, böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiç
bir vukuatımız gösterilmiyor, ve hükûmet ele bakar, kal-
be bakamaz ve her bir hükûmette şiddetli muhalifler
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz, zavallı.
cemaat-i İslâmiye:
İslâm cemaati,
İslâm topluluğu, Müslümanlar.
cemiyet:
manevî birlik teşkil eden
topluluk.
cemiyet-i siyasiye:
siyasî cemiyet,
siyasî teşkilât, siyasî amaçlarla ku-
rulmuş cemiyet, örgüt.
cumhuriyet:
halk yönetimi.
daimî:
sürekli, devamlı.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ay-
rılma, azma, batıla yönelme.
dünyaperestlik:
dünyaya tapar-
casına bağlılık, ahireti düşünmeden
dünya işlerine dalmak.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
farzımuhal:
imkânsızı farzetme;
olmayacak bir şeyi olacak gibi ka-
bullenme.
fikren:
fikir ile, düşünerek, zih-
nen.
halis:
saf, samimî.
hevesat:
hevesler.
heyet:
bir topluluğu meydana ge-
tiren kişilerin bütünü, komite.
hizmet-i imaniye:
imana ait hiz-
met, iman ve Kur’ân hakikatlerinin
ikna edici ve ilmî delillerle an-
laşılmasına hizmet etme.
hükûmet:
bir ülkeyi idare
edenler, vekiller heyeti, rejim.
iftira:
aslı olmadan birine suç
yükleme, suçlama.
insanî:
insana ait, insanla alâ-
kalı.
kanun:
yasa.
keyif:
zevk, lezzet, haz.
kuvvet:
güç, kudret.
madem:
... -den dolayı, böyle
ise.
mahdut:
sınırlı, belirli.
maksat:
gaye.
medenî:
hayat tarzına ait, mo-
dern.
muhalif:
zıt, karşıt.
mübarezekârâne:
kavga eder-
cesine.
müsaade:
izin.
müsait:
elverişli, uygun, mu-
vafık.
nameşru:
dine uygun ve doğru
olmayan, helâl olmayan.
niyet:
bir işi yapmayı önceden
düşünme.
risale:
kitap, kitapçık.
siyaset:
politika.
siyasetvari:
siyaset gibi, siyasî
bir ifade ve tavırla.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şiddet:
sertlik, katılık; fazlalık,
çokluk.
talebe:
öğrenci.
tesanüt:
dayanışma, birbirine
dayanma ve destek olma.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait, ahiret âlemiyle ilgili.
vazife:
görev.
vehim:
sebepsiz korku, belirsiz
ve manasız korku.
vukuat:
vuku bulan şeyler,
hâdiseler, olaylar.
o
n
i
kinci
Ş
ua
| 454 | Şualar