dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle si-
nek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak vere-
cekti. divan-ı Harb-i örfîde ve Mustafa kemal’in hidde-
tine karşı divan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı müdafaa
eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirme-
den dünya entrikalarını çeviriyor, diye onu ittiham eden,
elbette bir garazla eder.
Bu meselede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin
kusuruyla risale-i nur’a hücum edilmez! o, doğrudan
doğruya kur’ân’a bağlanmış! Ve kur’ân dahi Arş-ı Azam
ile bağlıdır. kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuv-
vetli ipleri çözsün.
Hem, bu memlekette maddî ve manevî bereketi ve fev-
kalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı kur’âniyenin işaratı ile ve
İmam-ı Ali radıyallahü Anhın üç keramat-ı gaybiyesiyle
ve gavs-ı Azam’ın (
ks
) kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan
risale-i nur, bizim adî ve şahsî kusurlarımızla mes’ul ol-
maz ve olamaz ve olmamalı! Yoksa bu memlekete hem
maddî, hem manevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar
olacak.
(HaşİYe)
Bazı zındıkların şeytanetiyle risale-i nur’a karşı çevri-
len plânlar ve hücumlar, inşaallah bozulacaklar. onun
şakirtleri başkalara kıyas edilmez; dağıttırılmaz, vazge-
çirilmez, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler!
Şualar | 445 |
o
n
i
kinci
Ş
ua
yolda verilen hüküm, bir tutma.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
kusur:
suç, kabahat.
kuvvet:
güç, kudret.
maddî:
madde ile alâkalı, cisma-
nî.
mağlûp:
boyun eğme, yenilme,
yenilmiş olma.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
mes’ul:
yaptığı işlerden hesap ver-
meye mecbur olan, sorumlu.
müdafaa:
savunma, koruma.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şeytanet:
şeytanlık, aldatıcılık, sap-
tırmacılık.
tahakkuk:
gerçekleşme, delil ile
ispat edilme, kesinleşme.
telâfi etme:
tamamlama, zararı
karşılama.
umum:
bütün.
zarfında:
süresince.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden, imansız,
münkir.
adî:
bayağı, aşağı, değersiz.
arş-ı azam:
en büyük arş; Al-
lah’ın katı, Cenab-ı Hakkın kutd-
ret ve saltanatının en büyük
dairesi.
âyât-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
ayetleri.
bereket:
bolluk, bereket, gür-
lük.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, hak-
kın tâ kendisi, şeref ve bü-
yüklük sahibi olan yüce Allah.
entrika:
bir çıkar sağlamak
veya birine zarar vermek mak-
sadıyla hazırlanan düzen, da-
lavere, hile, desise.
fevkalâde:
olağanüstü.
garaz:
kötü kasıt; düşmanca
niyet, kin.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı, lâkabı.
haşiye:
dipnot.
hücum:
saldırma.
hükmünde,:
değerinde, yerin-
de.
ihbar:
haber verme, bildirme,
anlatma, duyurma.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
inşaallah:
‘Allah izin verirse’
manasında kullanılan bir dua.
işarat:
işaretler, alâmetler, be-
lirtiler.
ittiham:
suç altında bulunma,
töhmetli olma, töhmet altında
olma.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
keramat-ı gaybiye:
gizli, gö-
rünmeyen gelecekle ilgili, Al-
lah’ın izniyle velîlerin göster-
dikleri harika hâller; İlâhî ik-
ram.
kıyas:
bir şeyi başka bir şeye
benzeterek hüküm verme, bu
HaşİYe:
Bu istida, kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştı.
risale-i nur bereketiyle her vilâyetten ziyade afattan mahfuz kalmıştı.
Şimdi afat başladı ve davamızı tasdik etti.