kur’ân aleyhinde yazılan doktor duzi’nin ve sair zın-
dıkların o muzır eserlerini okuyanlara «hürriyet-i fikir ve
hürriyet-i ilmiye» düsturuyla bir suç sayılmadığı hâlde, ha-
kikat-i kur’âniyeyi ve imaniyeyi, öğrenmeye gayet muh-
taç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren risale-i nur
okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüzer risa-
le içinde yanlış mana verilmemek için mahrem tuttuğu-
muz ve neşrine izin vermediğimiz iki-üç risalede yalnız bir-
kaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Hâlbuki,
o risaleleri, biri müstesna, eskişehir Mahkemesi tetkik et-
miş, icabına bakmış. Ve müstesna ise, hem istidamda ve
hem itiraznamemde gayet kat’î cevap verildiği ve “elimiz-
de nur var, siyaset topuzu yok” diye eskişehir Mahkeme-
sinde yirmi vecihle kat’î ispat edildiği hâlde, o insafsız
müddeiler, üç mahrem ve neşrolunmayan risalelerin üç-
dört cümlelerini bütün risale-i nur’a teşmil eder gibi, ri-
sale-i nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de, “hükûmet
ile mübareze eder” diye ittiham etmişler.
Ben ve bana yakın ve benim ile görüşen dostlarımı iş-
hat ve kasemle temin ederim ki, bu on seneden ziyade-
dir ki, iki reisten ve bir mebustan ve kastamonu valisin-
den başka hükûmetin erkânını, vükelâsını; kumandanla-
rını, memurları, mebusları kimler olduğunu kat’iyen bil-
miyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç im-
kânı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanı-
masın ve bilmeye merak etmesin? dost mu, düşman mı?
karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin!
bahane:
yalandan özür, asıl sebebi
gizlemek için ileri sürülen uydurma
sebep.
düstur:
kanun, kural, esas, pren-
sip.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
erkân:
rükünler, esaslar.
eser:
basılmış kitap.
gayet:
son derece.
hakikat-i Kur’âniye:
Kur’ân’a ait
olan gerçek.
hükûmet:
bir ülkeyi idare edenler,
vekiller heyeti, rejim.
hürriyet-i fikir:
düşünce özgürlü-
ğü.
hürriyet-i ilmiye:
ilim, bilgi ve dü-
şünce ile ilgili özgürlük.
icap:
gerekme hâli, lâzım, gerekli,
lüzum.
imkân:
var olması veya yok olması
düşünülebilir olma, var olması da,
yok olması da zorunlu olmama.
insafsız:
hakka ve adalete uyma-
yan kimse.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
istida:
dilekçe.
işhat:
şahit gösterme, tanık getir-
me.
itirazname:
itiraz kâğıdı, itiraz di-
lekçesi.
ittiham:
suç altında bulunma, töh-
metli olma, töhmet altında olma.
kasem:
yemin, and, ahdetme.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin olarak,
kesinlikle.
kumandan:
komutan.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy
yoluyla Hz. Muhammed’e in-
dirilmiş, semavî kitapların so-
nuncusu.
mahkeme:
dava, duruşma.
mahrem:
herkesçe bilinme-
mesi gereken, gizli.
mebus:
halk tarafından seçi-
lerek meclise gönderilen, mil-
letvekili.
memur:
görevli, hizmetli.
muhtaç:
gerek duyan, ihtiyacı
olan.
muzır:
zararlı, zarar veren.
mübareze:
çatışma, kavga.
müddei:
iddia eden, davacı.
müstesna:
istisna olan, kaide
dışı.
müştak:
arzulu, fazla istekli,
iştiyak gösteren.
neşir:
yayma, yayım, herkese
duyurma.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
reis:
başkan.
risale:
kitap, kitapçık.
sair:
diğer, başka, öteki.
siyaset:
politika.
temin etmek:
güvence ver-
mek.
teşmil:
yayma, genişletme, şü-
mullendirme.
tetkik:
dikkatle araştırma, in-
ceden inceye yoklama, ince-
leme.
vali:
bir ilin en üst seviyeli
mülkî amiri, yöneticisi ve tem-
silcisi.
vecih:
cihet, yön.
vükelâ:
vekiller, milletvekille-
ri.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
ziyade:
çok, fazla.
o
n
i
kinci
Ş
ua
| 452 | Şualar