dünyada bu meseleden daha büyük, daha ehemmiyetli
bir mesele-i insaniye var mı ki, bu ona alet olsun? sizden
soruyorum. Madem yoktur ve olamaz; neden bizimle uğ-
raşıyorsunuz? Biz, en ağır cezanıza karşı, kendimiz,
“Âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz”
diye, kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip,
dalâlet hesabına mahkûm edenleri, sizi bu Mecliste gör-
düğümüz gibi, idam-ı ebedî ile ve haps-i münferitle mah-
kûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çeke-
ceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyo-
ruz. onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kat’î
ve ehemmiyetli hakikati ispat etmeye ve en mütemerrit-
leri dahi ilzam etmeye hazırım. değil vukufsuz, garazkâr,
maneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı, belki en büyük
âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi ispat etmez-
sem, her cezaya razıyım.
İşte yalnız bir numune olarak, iki Cuma gününde
mahpuslar için telif edilen ve risale-i nur’un umdelerini
ve hülâsa ve esaslarını beyan ederek, risale-i nur’un bir
müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve risalesi’ni ibraz
ediyorum; ve Ankara makamatına vermek için, yeni
harflerle yazdırmaya müşkülâtlar içinde gizli çalışıyoruz.
İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz; eğer kalbiniz –nef-
sinize karışmam– beni tasdik etmezse, bana şimdiki tec-
rid-i mutlak içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız,
sükût edeceğim.
Elhâsıl
, ya risale-i nur’u tam serbest bırakınız, veya-
hut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikati, elinizden gelirse
Şualar | 447 |
o
n
i
kinci
Ş
ua
insaniyet:
insanlık mahiyeti.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
işkence:
eziyet, azap, bir kimseye
verilen maddî-manevî sıkıntı, zu-
lüm.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kemal-i metanet:
tam ve mü-
kemmel bir dayanıklık.
madem:
... -den dolayı, böyle ise.
mahkûm:
bir mahkemece hüküm
giymiş, hükümlü.
mahpus:
hapsedilmiş olan, mev-
kuf.
makamat:
makamlar.
maneviyat:
mana âlemine ait
olanlar, hisse ve inanca ait şeyler.
Meclis:
milletvekillerinin oluştur-
duğu topluluk ve bu topluluğun
bulunduğu bina.
mesele-i insaniye:
insana ait me-
sele, insanlıkla ilgili mesele.
müdafaaname:
müdafaa metni,
savunma mektubu, savunma di-
lekçesi.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
müşkülât:
müşküller, güçlükler,
zorluklar, çetinlikler.
mütemerrit:
temerrüt eden, inatçı,
kötü fiilinde inatlaşan.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe de
kötülüğe de meyli olan duygu.
numune:
örnek.
sükût:
susma, sessiz kalma.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tecrid-i mutlak:
hücre hapsi.
telif:
kitap yazma, eser ortaya
koyma.
terhis:
izin verme, serbest bırak-
ma.
tezkere:
belge, görevin bittiğini
belgeleyen izin kağıdı.
umde:
esas alınacak şey; ilke,
prensip, rükün.
vukuf:
anlama, bilme, haberli
olma.
âlem-i nur:
nur âlemi, aydınlık
âlemi.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim
adamı.
behre:
nasip, kısmet, pay, his-
se.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
ceza:
suç, kusur, veya yanlış
hareket sonunda tatbik edilen
müeyyide.
cidden:
ciddî olarak, gerçek
olarak.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak, doğru yoldan
ayrılma, azma, batıla yönel-
me.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i vukuf:
bir mesele hak-
kında bilgi ve yetki sahibi olan-
lar, hâkimler.
elhâsıl:
hâsılı, netice itibarıyla,
kısaca.
feylesof:
felsefe ile uğraşan,
filozof.
garazkâr:
haset eden, kin gü-
den.
hakaret:
onur kırma, onuruna
dokunma, küçültücü söz veya
davranış.
hakikat:
gerçek, esas.
haps-i münferit:
ehl-i dalâlet
için ölüm ve kabir.
hükmüne:
yerine, değerine.
hülâsa:
bir şeyin özü, esası,
özeti.
ibraz:
meydana çıkarma, or-
taya koyma, gösterme.
idam-ı ebedî:
dirilmemek üze-
re yok oluş, ahiret inancı ol-
madığı için ölümü ebedî yok-
luğa gitmek olarak görme.
ilzam:
susturma, cevap vere-
mez hâle getirme.