kırınız. Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyor-
dum ve düşünmeyecektim; fakat mecbur ettiniz, belki de
sizi ikaz etmek lâzım idi ki, kader-i İlâhî bizi bu yola sevk
etti. Biz de,
(1)
p
Qn
ón
µ` r
dG n
øp
e n
øp
en
G p
Qn
ón
? r
dÉp
H n
øn
e'
G r
øn
e
düstur-i kudsî-
yi kendimize rehber edip, “Her bir sıkıntılarınızı sabır ile
karşılayacağız” diye azmettik.
Mevkuf
Said Nursî
* * *
(2)
o
¬n
fÉn
ërÑ
°o
S
/
¬p
ª°r
SÉp
H
zaman-ı saadetten şimdiye kadar cari bir âdet-i İslâmi-
yeye ittibaen risale-i nur’un hususî menbaları olan yüzer
Âyât-ı meşhureyi, büyük bir en’am gibi “Hizb-i kur’ânî”
yaptığımızı, “dinde tahrifat yapıyor” diye muaheze etmiş-
ler.
Hem, bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan za-
bıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıka-
rılan
Tesettür Risalesi
, bu sene yazılmış ve neşredilmiş gi-
bi bizi ittiham etmek istiyor.
Hem, Ankara’da hükûmetin riyasetinde bulunan biri-
sine (Mustafa kemal’e) söylediğim itirazlara ve ağır söz-
lere mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra
onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadisiyeyi beyanda-
ki fıtrî ve lüzumlu ve mahrem tenkitlerim, medar-ı mes’-
uliyet yapılmış, ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
azm:
kasıt, niyet.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz, zavallı.
ceza:
karşılık, azap.
dâhil:
karışma, girme.
dair:
alâkalı, ilgili.
dindar:
dinî kaidelere hakkıyla ria-
yet eden, dininin emirlerini yerine
getiren, mütedeyyin.
düstur-i kudsî:
mukaddes düstur,
prensip.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
emniyet:
eminlik, güvenlik, kor-
kusuzluk.
emniyet-i dâhiliye:
dâhilî emniyet,
iç güvenlik.
erkân-ı hükûmet:
hükûmet üye-
leri, bakanlar.
feda:
kurban, kurban olma.
hakikat:
gerçek, esas.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı, dışta
kalan.
hissiyat-ı diniye:
dinle ilgili hisler.
hüccet:
delil.
hücum:
saldırma.
hükûmet:
devlet, yönetim.
hürriyet-i vicdan:
vicdan hürri-
yeti.
idam:
yok olma.
iğfal:
yanıltma, gaflete düşürerek
kandırma, aldatma.
ihlâl:
bozma, zarar verme.
ikaz:
dikkat çekme, uyarma, uyan-
dırma.
iman:
inanma, itikat.
kader-i İlâhî:
İlâhî kader, Allah’ın
kader kanunu.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kanun:
yasa.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kesretli:
çokluğu olan, çok fazla.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kuvvet:
güç, kudret.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız kü-
für, mutlak küfür, hiç bir imanî
hükmü, delili, hakikati kabul et-
meme, kesin ve tam bir inkâr.
madem:
... -den dolayı, böyle ise.
mahkeme:
dava, duruşma.
maske:
bir şeyin asıl mahiyetini
gizlemek maksadıyla ortaya ko-
nulan aldatıcı görünüş.
mecbur:
zorunda kalma.
mevkuf:
tevkif edilmiş, hap-
sedilmiş, tutuklu.
nasihat:
öğüt; doğruya, iyiye,
güzele sevk etmek için yapılan
konuşma.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
prensip:
temel fikir, temel bilgi,
esas, ilke.
propaganda:
bir inanç, düşün-
ce, doktrin v.b.’ni başkalarına
tanıtmak, benimsetmek ama-
cını güden ve çeşitli vasıtalarla
yapılan faaliyet.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
sabır:
başa gelen üzücü olay-
lara, belâ ve afetlere veya bir
haksızlığa katlanma, tahammül
göstererek Allah’a tevekkül
edip sıkıntılara göğüs germe.
sevk:
önüne katıp sürme, yö-
neltme.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şamil:
içine alan, kapsayıcı.
vaziyet:
durum.
vukuat:
vuku bulan şeyler,
hâdiseler, olaylar.
zarfında:
süresince.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
zındıka:
dinsizlik, inançsızlık.
1.
Kadere iman eden, gamlardan kurtulur. (Hadis-i Şerif: Ramuzü’l-Ehadis, 1:193.)
2.
Her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın adıyla.
o
n
i
kinci
Ş
ua
| 448 | Şualar