Yani, gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düş-
man gibi muzır telâkki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı
ecnebiler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mazi ve
istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik
rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak zaman-ı hâlde eşya
arasında küçük, cüz’î bir alâka olur. Binaenaleyh, ehl-i
dalâletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik
uzun bir zamanda bir dakika kadardır.
Ve keza, iman nazarında bütün ecramı, hayattar ve
birbirine ünsiyetli olduklarını görüyor. Ve her bir cirmin
lisan-ı hâliyle Hâlık’ına tesbihat yapmakta olduğunu gös-
teriyor. İşte, bu itibarla, bütün ecramın kendilerine göre
bir nevi hayat ve ruhları vardır. Binaenaleyh imanın şu
görüşüne nazaran o ecramda dehşet, vahşet yoktur, ün-
siyet ve muhabbet vardır.
dalâlet nazarı, matlûplarını tahsil etmekten âciz olan
insanların sahipsiz, hamîsiz olduklarını telâkki eder ve
hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi
zanneder.
İman nazarı ise, canlı mahlûkata, ağlar yetimler gibi
değil, ancak mükellef memur, muvazzaf zakir ve tesbih-
han ibad sıfatıyla bakar.
ALTINCI NOKTA:
nur-i iman, dünya ve ahiret âlemlerini çeşit çeşit ni-
metlere mazhar iki sofra ile tasvir eder ki, mü’min olan
kimse iman eliyle ve zahirî, bâtınî duygularıyla ve mane-
vî, ruhî olan letaifiyle o sofralardan istifade ediyor.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
alâka:
ilgi, ilişki, yakınlık.
âlem:
dünya, cihan; bütün yara-
tılmışlar.
bâtınî:
içe ait, dahilî, görünme-
yen, gizli.
binaenaleyh:
bunun üzerine, bun-
dan dolayı, ondan dolayı, buna
binaen.
cirim:
cisim.
cüz’î:
küçük, az.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ay-
rılma, azma, batıla yönelme.
dehşet:
büyük korku hâli, kork-
ma, ürkme.
ecnebi:
yabancı, garip, alışmamış.
ecram:
kütleler, cansız cisimler;
gezegenler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimse-
ler.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzula-
rına dalmak.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hamî:
himaye eden, koruyan, gö-
zeten.
hayattar:
canlı, yaşayan.
hüzn:
keder, tasa, gam.
ibad:
abdler, kullar, ibadet eden-
ler.
iman:
inanç, itikat.
istifade:
faydalanma, yararlanma.
istikbal:
gelecek zaman.
itibar:
değer.
keder:
kaygı, acı, hüzün.
keza:
böylece, aynı şekilde.
letaif:
güzellikler, incelikler.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
matlup:
talep edilen, istenilen şey.
mazhar:
bir şeyin çıktığı görün-
düğü yer; nail olma, şereflenme.
mazi:
geçmiş zaman.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahluklar.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muvazzaf:
vazifelendirilmiş, ken-
disine görev verilmiş, vazifeli.
muzırr:
zararlı, zarar veren.
mükellef:
sorumlu ve yüküm-
lü olan, bir şeyi yapmaya mec-
bur olan, vazifeli.
mü’min:
iman eden, inanan.
nazar:
bakış, fikir.
nazaran:
göre, bakımından,
bakarak, bakılırsa.
nevî:
çeşit, tür.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
nokta:
konu ile ilgili bölüm.
nur-i iman:
iman nuru, Al-
lah’ın varlığına, yaratıcılığına
inanmadaki gönül, kalp ve fi-
kir aydınlığı.
rabıta:
münasebet, alâka, bağ.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
ruhî:
ruha ait, ruhla ilgili.
sıfat:
vasıf, nitelik.
tahsil:
hâsıl etme, ele geçir-
me, elde etme, kazanma.
tasvir:
bir şeyi yazıyla veya
başka ifade tarzlarıyla anlat-
ma.
telâkki:
anlama, kabul etme.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı
Hakkın bütün noksan sıfatlar-
dan uzak ve bütün kemal sı-
fatlara sahip olduğunu ifade
eden sözler.
tesbihhan:
tesbih eden, tes-
bih okuyan.
tevahhuş:
korkulu bir şekilde
emin olmayarak bakma.
uhuvvet:
kardeşlik.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet, dost-
luk.
vahşet:
tenha, ıssız, korkunç
yer.
yekdiğer:
birbirini, bir taraf,
öbür tarafı, birbirine.
zahirî:
görünürde.
zakir:
zikreden, zikredici.
Y
irmi
d
okuzuncu
l
em
’
a
| 1164 | Şualar