yokken, yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu.
Demek Risale-i Nur’a gelen musibet, şakirtlerini keramet-
kârâne ikaz ediyordu.
Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten
dönerken -Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla- birdenbire se-
bepsiz ehl-i dünyaya karşı şiddete başlamış. Yirmi beş se-
ne evvel Divan-ı Harb-i Örfîde kendi idam kararını bek-
lerken, sebepsiz, kalbsiz, rütbeli iki adam, mahpus oldu-
ğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gayet acip bir su-
rette söylediği o hale mahsus meşhur bir şetmi üç defa
zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarf ediyor, “Ben-
den ne istiyorsunuz?” diye bağırarak tekrar ediyor, son-
ra susuyor. Aynı dakikada zabıta köşkü basmak için ye-
di-sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk
ediyor.
Medar-ı İbret Bir Hâdise:
Risale-i Nur naşirlerinin tazyiki yüzünden âmirlerinin
yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur naşirlerine ili-
şenlerin aksi maksadıyla tokat yediklerinin yüz hâdiseden
bir hâdisesi şudur ki:
Sebepsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur
naşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve
belki mahvetmek için sureten kendini dost gösterip ga-
yet hainâne bir riyakârlıkla dairemize sokulup, birtakım
yalanlarla âmirlerini iğfal edip Risale-i Nur naşirlerine
müthiş darbe gelmesine vesile olan bir adam, teveccüh
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
amir:
memurun üstü, emreden,
buyuran.
Divan-ı Harb-i Örfî:
İttihat ve Te-
rakki hükümeti zamanında 31
Mart Olayından sonra kurulan ve
oldukça sert kararlar alan sıkıyö-
netimmahkemesi.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı, dünya
adamı, ahireti düşünmeyen.
evvel:
önce.
garazkâr:
haset eden, kin güden,
kötü kasıt sahibi.
gayet:
son derece.
hâdise:
olay.
hainâne:
haincesine, hain bir kişi-
ye yakışır şekil ve surette.
hâl:
durum, vaziyet.
iğfal:
yanıltma, gaflete düşürerek
kandırma, aldatma.
ihbar:
haber verme, bildirme.
ikaz:
uyarı.
kerametkârane:
kerametli bir şe-
kilde, keramet gösterircesine.
P
ARLAK
F
IKRALAR
| 46 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ
koğuş:
hastahane, kışla, ha-
pishane gibi umumî binalarda
çok sayıda kişinin oturmasına
veya yatmasına mahsus bü-
yük oda.
kulp:
bahane, uydurma se-
bep.
mahpus:
hapsedilmiş olan, tu-
tuklu.
mahv:
yok etme, ortadan kal-
dırma.
medar-ı ibret:
ibret sebebi,
vesilesi.
musibet:
felaket, bela.
müthiş:
dehşet veren, ürkü-
ten, dehşetli, korkunç.
naşir:
eser, neşreden, yayınla-
yan, dağıtan.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
riyakâr:
riya eden, iki yüzlü,
sahtekâr.
sarf:
harcama.
suret:
biçim, şekil, tarz.
sureten:
suret olarak, görünüş
itibariyle.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şetm:
sövme, küfür.
tahkir:
hakaret etme, küçük
görme, şeref ve haysiyetini in-
citme.
tazyik:
zorlama, baskı, sıkıntı
verme.
teskin:
sakinleştirme, yatıştır-
ma.
tevafuk:
uyma, uygunluk, bir-
birine denk gelme.
teveccüh:
yönelme, sevgi, ilgi.
vesile:
aracı, vasıta.
zabıta:
şehir güvenliğini sağla-
makla vazifeli bulunan idare,
polis.
zalim:
zulmeden, acımasız ve
haksız davranan.