Én
¡j'
ôn
jr
ón
µn
j r
ºn
d o
?n
ón
j n
ên
ôr
Nn
G BGn
Pp
G m
¢†r
©n
H n
¥r
ƒn
a Én
¡°o
†r
©n
H l
äÉn
ªo
?o
X l
ÜÉn
ën
°S
(1)
m
Qƒo
f r
øp
e o
¬n
dÉn
ªn
a Gk
Qƒo
f o
¬n
d *G p
?n
©r
én
j r
ºn
d r
øn
en
h
ayeti tasvir ettiği gibi, bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet
karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden, bir ism-i İlâ-
hînin cilvesi, bir nur-i azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu.
Hangi perde akla karşı açılmışsa, hayale karşı başka bir
âlem (fakat gafletle, karanlıklı bir âlem) görünüyorken,
güneş gibi bir ism-i İlâhî tecelli eder, baştan başa o âlemi
tenvir eder, ve hakeza... Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i ha-
yaliye çok devam etti.
Ezcümle:
Rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm
vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf
ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi.
Birden,
Rahman
ismi
Rezzak
burcunda (yani manasında)
bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rah-
met ziyasıyla yaldızladı.
Sonra, o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların za-
af ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi
rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gör-
düm. Birden,
Rahîm
ismi şefkat burcunda tulû etti. O ka-
dar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekva
ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sü-
rura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı; âlem-i
insanî bana göründü. O âlemi o kadar zulümatlı, o kadar
karanlıklı, dehşetli gördüm ki, dehşetimden feryad ettim,
“Eyvah” dedim. Çünkü, gördüm ki, insanlardaki ebede
acz:
zayıflık, güçsüzlük
âlem:
varlık tabakalarından her bi-
ri
âlem-i hayvanat:
hayvanlar âle-
mi.
âlem-i insanî:
insana ait âlem
amel:
fiil, iş
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi
burç:
cilve:
tecelli, görüntü
dehşet:
büyük tehlike karşısında
korkma ve şaşırıp kalma
dehşetli:
ürkütücü, korkunç
ebed:
sonsuzluk, daimîlik
etfal:
çocuklar, tıfıllar.
eyvah:
Yazık, heyhat!”.
ezcümle:
bu cümleden olarak
ferah:
gönül açıklığı, sevinç, sevin-
me.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzuları-
na dalmak
hadsiz:
sınırsız, sonsuz
hâkezâ:
böylece, bunun gibi
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hayvânât:
hayvanlar
hazîn:
hüzünlü, acıklı
hüzn:
keder, tasa, gam
ihtiyacat:
ihtiyaçlar, lüzumlu olan
şeyler.
ism-i İlâhî:
Cenab-ı Hakkın İlâh ol-
duğunu ifade eden Allah lâfzı.
mahlûk:
yaratık, Allah tarafından
yaratılmış olan
merzuk:
rızıklanmış, ihtiyaçları ve-
rilmiş
nur:
aydınlık, parıltı, ışık
nur-i azîm:
büyük nur, aydınlık
Rab:
besleyen, yetiştiren, verdiği
nimetlerle mahlûkatı ıslah ve ter-
biye eden Allah
Rahîm:
merhamet eden, çok
merhametli olan, esirgeyen, koru-
yan, acıyan Allah.
Rahman:
sonsuz merhamet sahi-
bi ve şefkatle bütün varlıkları rızık-
landıran Allah
rahmet:
şefkat, merhamet, bağış-
lama ve esirgeyicilik
Rezzak:
bütün yaratılmışların rız-
kını veren ve ihtiyaçlarını karşıla-
yan Allah.
rikkat:
merhamet, acıma, başka-
larının düştüğü durumdan dolayı
müteessir olma hasleti
seyahat-i hayaliye:
hayalî seya-
hat, hayalen yapılan gezinti
seyr-i kalbî:
kalbin seyri, dolaş-
ması
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldığı
114 bölümden her biri.
suret:
biçim, şekil, tarz
sürur:
sevinç, mutluluk
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız merha-
met
şekva:
şikayet
şems-i tâbân:
ışıklı, parlak gü-
neş.
şükür:
Allah’ın nimetlerine
karşı memnunluk gösterme,
gerek dil ile gerekse hal ile Al-
lah’ı hamd etme
tasvir:
bir şeyi yazıyla veya
başka ifade tarzlarıyla anlat-
ma.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme
tenvir:
nurlandırma, aydınlat-
ma, ışıklandırma
tulû:
doğma, doğuş
vahşet:
ürkütücü ve korkunç
olan şey
yaldız:
süs
zaaf:
zayıflık, kuvvetsizlik
ziya:
ışık, aydınlık, nur
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik,
zulüm ve külür
1.
Yahut onları amelleri, derin bir denizin karanlıklarına benzer ki, o denizi üst üste dalgalar
kaplamış, dalgaları da bulutlar örtmüştür. Karanlıklar birbiri üstüne öylesine bastırmıştır ki,
elini uzatsa onu dahi göremez olur. İşte, Allah’ın nur vermediği kimsenin nurdan hiçbir nasîbi
yoktur. (Nur Suresi: 40.)
P
ARLAK
F
IKRALAR
| 412 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ