(1)
$G o
?ƒo
°Sn
Q Gk
ós
ªn
ëo
e s
¿n
G o
ón
¡r
°Tn
Gn
h*G s
’p
G n
¬'
dp
G n
B’ r
¿n
G o
ón
¡r
°Tn
G
olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tev-
di edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet da-
ha açıldı. Gördüm ki, dâhil olduğum cemaat üç daireye
ayrıldı.
BİRİNCİ DAİRE:
Ruy-i zeminde mü’minler ve muvah-
hidîndeki cemaat-i uzma.
‹KİNCİ DAİRE:
Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı
kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus
salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. “Ve-
zaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubu-
diyetlerinin ünvanlarıdır. O hâlde
(2)
r
ôn
Ñr
cn
G *n
G
deyip hayret-
ten başımı eğdim, nefsime baktım:
ÜÇÜNCÜ BİR DAİRE
içinde, hayret-engiz, zahiren ve
keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten bü-
yük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrat-ı vücudiyemden tâ
havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve
şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kal-
bimdeki lâtife-i Rabbaniyem,
(3)
o
Ú/
©n
àr
°ùn
f n
?És
jp
Gn
h o
óo
Ñ`r
©n
f n
?És
jp
G
o
cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisa-
nım o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.
Elhasıl,
(4)
o
óo
Ñr
©n
f
nun’u şu üç cemaate işaret ediyor. İşte
bu hâlette iken, birden Kur’ân-ı Hakîm’in tercümanı ve
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 417 |
G
ÜZEL
M
EKTUPLAR
âlem:
varlık tabakalarından
her biri
cemaat:
bir imama uyup na-
maz kılan Müslümanlar toplu-
luğu
cemaat-i uzma:
çok büyük
cemaat, en büyük topluluk.
ebed:
sonu olmayan gelecek
zaman, sonsuzluk, daimîlik.
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle,
kısaca
ezel:
başlangıcı olmayan geç-
miş zaman, öncesizlik
Hacerü’l-Esved:
Kâbe’de bu-
lunan meşhur siyah taş.
hakikaten:
hakikat olarak,
doğrusu, gerçekten
hâlet:
hal, durum
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek
bildirme
1.
Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir İlâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki Muhammed,
Allah’ın resûlüdür.
2.
Allah birdir.
3.
Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)
4.
Sana kulluk ederiz.
havass-ı zahiriye:
duyu organları
hayretengiz:
hayret veren, hayret
verici, hayret içinde bırakıcı, şaşır-
tıcı.
hidemat-ı meşhude:
görülen hiz-
metler.
kemiyeten:
sayı itibariyle, sayıca
keyfiyeten:
keyfiyet yönünden,
nitelik ve özellik bakımından.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve sure-
sinde sayısız hikmet ve faydalar
bulunan Kur’ân.
lâtife-i Rabbanîye:
İlâhî hakikat-
lerin hissedilmesine ve manevî
zevklerin alınmasına yarayan his,
duygu
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahluklar
minnet:
bir iyilik karşısında yük al-
tında kalma, kendini manevî ola-
rak borçlu hissetme
muvahhidîn:
muvahhitler, tevhit
edenler, Allah’ın varlığına ve birli-
ğine inananlar.
mü’min:
iman eden, inanan
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu
nefs:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan hayırlı işlerden alıkoyan
güç
Rab:
besleyen, yetiştiren, verdiği
nimetlerle mahlûkatı ıslah ve ter-
biye eden Allah
rûy-i zemin:
yeryüzü.
salât-ı kübra:
en büyük namaz.
salâvat:
Hz Muhammed’e rahmet
ve esenlik dileme, salât ve selam
etme; ‘Allahümme salli ala seyyi-
dina muhammedin ve ala âli sey-
yidina muhammed’ deme
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık
şükür:
Allah’ın nimetlerine karşı
memnunluk gösterme, gerek dil
ile gerekse hal ile Allah’ı hamd et-
me
taife:
takım, güruh
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı Hak-
kın bütün noksan sıfatlardan uzak
ve bütün kemal sıfatlara sahip ol-
duğunu ifade eden sözler.
tesbihat-ı uzma:
en büyük tesbi-
hat.
tevdi:
emanet etme
ubudiyet:
kulluk
vazife-i şükraniye:
şükür vazifesi,
şükür ile ilgili vazife.
vazife-i ubudiyet:
kulluk vazifesi.
vazifeten:
vazife olarak, vazife ile.
vezaif-i eşya:
eşyanın vazifeleri,
görevleri
zahiren:
görünüşte
zerrat-ı vücudiye:
vücuda ait zer-
reler, atomlar