içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden biçare
nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde gö-
ründü. Başım döndü, gözüm karardı.
Birden, Hâlık-ı Arz ve Semavatın Kadîr, Alîm, Rab, Al-
lah ve Rabbü’s-Semavati ve’l-Arz ve Musahhiru’ş-Şemsi
ve’l-Kamer isimleri rahmet, azamet, rububiyet burcunda
tulû ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki, o hâlette bana
küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş,
emniyetli bir seyahat gemisi, tenezzüh ve keyif ve ticaret
için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.
Elhasıl: Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan
o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri
tenvir eder bir güneş hükmünde ve, sırr-ı ehadiyet cihe-
tiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri da-
hi bir derece görünüyordu.
Sonra, kalp her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru
gördüğü için, seyahate iştahı açılıyordu. Hayale binip se-
maya çıkmak istedi.
O vakit gayet geniş bir perde daha açıldı; kalp sema-
vat âlemine girdi. Gördü ki, o nuranî, tebessüm eden su-
retinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve on-
dan daha sür’atli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dö-
nüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa, başkasıyla mü-
sademe edecek; öyle bir patlak verecek ki, kâinatın ödü
patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebes-
sümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş,
hâli, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı
gördüm. Geldiğime bin pişman oldum. Birden,
âlem:
varlık tabakalarından her bi-
ri
Alîm:
her şeyi hakkıyla bilen Al-
lah.
azamet:
büyüklük
bîçare:
çaresiz, zavallı
burç:
cihet:
yön
cilve:
tecelli, görüntü
dehşet:
büyük tehlike karşısında
korkma ve şaşırıp kalma
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle, kı-
saca
esmâ:
isimler
feza:
kâinatta, yıldızlar arasındaki
boşluk, uzay
gayet:
son derece
hadsiz:
sınırsız, sonsuz
hâlet:
hal, durum
Hâlık-ı Arz ve Semavat:
yeri ve
göğü yaratan, yoktan var eden, Al-
lah.
hükmünde:
değerinde, yerinde
ism-i İlâhî:
Cenab-ı Hakka ait isim
Kadîr:
kudret sahibi olan ve her
şeye gücü yeten Allah.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler
küre-i arz:
yer küre, dünya
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde
musahhar:
boyun eğen, emir altı-
na giren, istenilen hâle konulmuş
Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer:
Güneşi ve Ay’ı kendine boyun eğ-
diren Allah.
müheyya:
hazır, hazırlanmış,
amade.
müsademe:
çarpışma, çatış-
ma, vuruşma
müteveccih:
bir cihete dönen,
yönelen
nev’i insan:
insan türü, insa-
noğlu
nur:
aydınlık, parıltı, ışık
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak,
münevver
Rab:
besleyen, yetiştiren, ver-
diği nimetlerle mahlûkatı ıslah
ve terbiye eden Allah
Rabbü’s-semâvâti ve’l-ard:
yerlerin ve göklerin Rabbi olan
Allah.
rahmet:
Allah’ın kullarını esir-
gemesi, onlara maddî ve ma-
nevî nimetler vermesi
rububiyet:
Cenab-ı Hakk’ın
her zaman, her yerde, her
mahluka muhtaç olduğu şey-
leri vermesi, onu terbiye et-
mesi ve idaresi altında bulun-
durma vasfı
sâir:
diğer, başka, öteki
sema:
gökyüzü, gök
semavat:
semalar, gökler
sırr-ı ehadiyet:
ehadiyet sırrı;
Allah’ın her bir varlıkta görülen
birlik tecellisinin sırrı.
suret:
biçim, tarz, görünüş
tebessüm:
gülümseme
tenezzüh:
gezinti
tenvir:
nurlandırma, aydınlat-
ma, ışıklandırma
tulû:
doğma, doğuş
vahşet:
ürkütücü ve korkunç
olan şey
vaziyet:
durum
zulümat:
karanlıklar, dinsizlik,
zulüm ve külür
P
ARLAK
F
IKRALAR
| 414 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ