Evet,
bahtiyar odur ve ona derler ki: Risaletü’n-Nur’a
intisap etmiş, bütün mü’minleri kendisine tam hakikî
kardeş bilip bu zulmetli asırda iman-ı tahkikî nuruyla cad-
de-i kübra-i Ahmediyeyi (
ASM
) buluyor.
Nihayetsiz şekil-
lere, karışıklıklara rağmen Bismillâh ile açılan Risaletü’n-
Nur kapısından girince, tıfıl iken “Ümmetî” diyen Şefîini
ciddi sevmek, yani sünnet-i seniyesine ittiba eylemenin
muaccel mükâfatı olarak buluyor. Her emri işlerken, bu
emri cânib-i Haktan bu ümmete getireni; her nehyi
yapmamaya cebrederken, bu nehyi taraf-ı İlâhiden bu
ümmete getireni düşüne düşüne, derslerde geçtiği gibi,
bütün ömür dakikaları ibadet olabilir. Ve o Habib-i
Hüda, o Şefî-i Ruz-i Cezayı her işinde numune etmek az-
minden mütevellid muhabbet, o Habîbin bulunduğu
âleme göçmeyi sevdirecek hale getiriyor ve böylece
(1)
Gƒo
Jƒo
ªn
J r
¿n
G n
?r
Ñn
b Gƒo
Jƒo
e
sırrı tezahür ediyor.
Tezekkür-i mevt veya rabıta-i mevt
(2)
m
án
æn
°S p
In
OÉn
Ñp
Y r
øp
e l
ôr
«n
N m
án
YÉn
°S o
ôt
µ
n
Øn
J
Elhasıl:
Ne ararsak, hep Risaletü’n-Nur’da güneş gibi
görünüyor. Risaletü’n-Nur Şakirtleri dikkat etseler, daha
bu fâni âlemde iken livaü’l-hamd-i Ahmedî (aleyhissalâtü
vesselâm) altında bulunduklarını inayet-i Hakla anlarlar.
Acizane fehmedebildiğim, şu anda kalbime gelen
hakikatlara istinaden diyeceğim ki:
Bu dalâlet ve bid’ala-
rın ve dinsizliğin taun ve vebadan daha ziyade ve daha
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 303 |
G
ÜZEL
M
EKTUPLAR
âcizâne:
âciz ve güçsüz bir şe-
kilde.
âlem:
dünya.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘sa-
lât ve selam onun üzerine ol-
sun’ anlamında Hz. Muham-
med’e dua.
asr:
yüzyıl.
azm:
kesin karar; kasıt, niyet.
bid’a:
dinin aslına uymayan
adet ve uygulamalar.
Bismillâh:
Besmele, Allah na-
mına, Allah için, Allah’ın adı ve
izni ile.
cadde-i kübra-i Ahmediye:
Resul-i Ekremin (asm) gittiği ve
tarif ettiği büyük cadde, yol,
Kur’ân ve sünnet yolu.
canib-i Hak:
Allah tarafı, Hak
Teâlâ ciheti.
cebr:
zor, zorlama, baskı yap-
ma.
ciddî:
gerçek olarak, hakika-
ten.
dalâlet:
iman ve İslâmiyet’ten
ayrılmak, azmak.
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle,
kısaca.
fânî:
ölümlü, geçici.
fehmetmek:
anlamak, kavra-
1.
Ölmeden önce nefisleriniz arzularını terk ederek kendinizi ölmüş biliniz. (Sûfiyyenin
sözlerinden. (Keşfü’l-Hafâ, 2:291.)
2.
Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır. Hadîs-i şerif: Keşfü’l-Hafâ, 1:310.)
mak, idrak etmek.
Habîb:
sevilen, sevgili.
Habib-i Hüda:
Allah'ın sevgilisi.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
iman-ı tahkikî:
tahkikî iman, ima-
na dair bütün meseleleri inceleyip
delil ve bürhan ile inanma.
inayet-i Hak:
her şeyin en doğru-
sunu yapan Cenab-ı Hakk’ın koru-
ması, yardımı.
istinaden:
istinat ederek, dayana-
rak.
ittiba:
tabi olma, uyma, itaat et-
me.
livâü’l-hamd-i Ahmedî:
Hz. Pey-
gamberin (asm) bayrağı, kıyamet-
ten sonra Müslümanların altında
toplanacakları sancak.
muaccel:
mühletsiz, vadesiz, pe-
şin.
muhabbet:
sevgi, sevme.
mü’min:
iman eden, inanan.
mükâfat:
ödül.
mütevellid:
meydana gelmiş, ileri
gelmiş, hasıl olmuş.
nehy:
yasaklama, dinin yasakladı-
ğı işler.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
nümune:
örnek.
rabıta-i mevt:
ölüm bağı, ölümü-
nü düşünerek dünyanın fânî oldu-
ğunu mülâhaza etmekle nefsin
desiselerinden kurtulma.
Risaletü’n-Nur:
Nur Risalesi, Bedi-
üzzaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
sır:
gizli hakikat.
sünnet-i seniye:
Hz. Muham-
med’in (asm) yüce sünneti; yük-
sek hâl, söz, tavır ve tasvipleri.
şakirt:
talebe, öğrenci.
Şefî:
günahkarların bağışlanması
için Allah’a yalvaran, şefaatçi.
Şefi-i Rûz-i Ceza:
Ceza gününün
şefaat edecisi.
taraf-ı İlâhî:
Allah’a ait olan taraf,
Allah’ın tarafı.
taun:
veba.
tezahür:
görünme, belirme, orta-
ya çıkma.
tezekkür-i mevt:
ölümü hatıra
getirmek, anmak.
tıfl:
küçük çocuk.
ümmet:
Müslümanların tamamı;
bütün Müslümanlar.
ummetî:
ümmetim manasındaki
nidalar.
veba:
bir çeşit salgın hastalık.
ziyade:
çok, fazla.
zulmet:
karanlık, Allah’ın nurun-
dan mahrum olma hâli.