Sekizinci Mesele
iŞarET
• Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi,
belki en birincisi, imkânatı vukuata karıştırmak ve iltibas
etmektir.
Meselâ, diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlâhiyede müm-
kündür. Hem ukulümüzce azametine daha ziyade delâlet
eder. Öyle ise bu vaki olmak gerektir.”
Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis
olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-i kül-
lîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun
altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulu-
nur.
• Hem de, onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki,
imkân-ı zatî, yakîn-i ilmîye münafidir.
O hâlde yakiniye olan ulûm-i âdiyede tereddüt ettikle-
rinden,
Lâedrîler’
e yaklaşıyorlar. Hatta utanmıyorlar ki,
mesleklerinde lâzım gelir: Van Denizi, Süphan Dağı gibi
bedihî şeylerde tereddüt edilsin. Zira onların mesleğince
mümkündür, Van Denizi düşab ve Süphan Dağı da şeker-
le örtülmüş bala inkılâp etsin; veyahut o ikisi, bazı arka-
daşımız gibi, küreviyetten razı olmayarak sefere gittikle-
rinden, ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muh-
temeldir. Öyle ise, deniz ve Süphan, eski hâlleriyle bâkî
olduklarını tasdik etmemek gerektir!
MuhakeMat | 107 |
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
miskin:
uyuşuk, tembel; zavallı.
münafi:
zıt, aykırı.
razı:
rıza gösteren, hoşnut olan.
tasdik:
do€rulama, onaylama.
tereddüt:
kararsızlık, şüphede
kalma.
tevehhüm:
vehimlenme, yok
olanı var zannetmekle ümitsizli€e
ve korkuya düşme.
ukul:
akıllar, zihinler, uslar.
ulûm-i adiye:
sıradan ilimler, bili-
nen ilimler.
umman-ı adem:
yokluk okyanu-
su, denizi.
vaki:
vuku bulan, olan, meydana
gelen.
varta:
tehlike, büyük tehlike.
vukuat:
vuku bulan şeyler, hadi-
seler, olaylar.
yakîn-i ilmî:
şüphesiz kesin ve
sa€lam bilgi.
yakîniye:
şüphe edilmeyecek
derecede bilinen.
zira’:
dirsekten orta parmak ucu-
na kadar olan bir uzunluk ölçüsü.
ziyade:
çok, fazla.
azamet:
büyüklük.
bâkî:
daimî.
bedihî:
delil ve ispata muh-
taç olamayacak derecede
açık ve ortada olan.
cüz’î:
az bir parça.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alamet, işaret.
düşab:
pekmez.
ehl-i zahir:
dış görünüşe ba-
kanlar, sadece dış görünüşle
ilgilenenler.
hayse beyse:
ileri geri gidip
gelmek, karışıklık; ileri geri
konuşmak.
heyhat:
yazık, çok yazık, ne
yazık.
hüsn-i küllî:
her şeyde mev-
cut olan güzellik; bütüne yö-
nelik güzellik.
ihata:
kuşatma, içine alma.
iltibas:
karıştırmak.
imkânat:
imkânları olabilirli-
likler, olması ve olmaması ih-
timal dahilinde olanlar.
imkân-ı zatî:
bir şeyin, aslın-
da mümkün olması.
inkılâp:
de€işme, dönüşüm,
köklü de€işme.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kudret-i ‹lâhiye:
Allah’ın
kudreti, Allah’ın kudretiyle
yaptı€ı işler, fiiller, tasarruflar.
küreviyet:
yuvarlaklık, küre
gibi oluş.
Lâedrîler:
agnostizm, eşyanın
var mı yok mu oldu€unun bi-
linemeyece€ini düşünenler;
Sofestaîlerin bir kolu.
liyakat:
layık olma, ehliyet.
mesele:
önemli konu.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.